Bunca yıllık bir turizmci olarak Beyrut’u ilk kez Kasım 2017 tarihlerinde üç günlüğüne ziyaret etmiş olmamın hem utancını hem de heyecanını birlikte yaşadım. Uçağımız Beyrut’un, 2005’ten bombalı bir araçla katledilmiş eski Başbakanları Refik Hariri’nin adının verildiği uluslararası havalimanına inerken denizin derin mavisi ve toprağın pembemsi sarı tonları, kadim bir Doğu Akdeniz kentine iniyor olmanın heyecanı doldurdu içime.
Kentin 7 km güneyinde yer alan ülkenin en büyük uluslararası havalimanı herhangi bir Anadolu kenti havalimanlarından büyük değildi. Yolda İç-Savaştan önce ülkeyi ziyaret etmiş olanlardan duyduğumuz Ortadoğu’nun Paris’i olarak adlandırılan, çok farklı etnik ve dini halkları içinde barındıran Beyrut onca okuduğumuz Amin Malouf romanlarından edindiğimiz önyargı ve beklentilerimize ne kadar uygundu acaba? Ya da beklentiler gerçeklerle karşılaşınca hayal kırıklığı mı olacaktı? sorularını aklımdan geçirirken bir anda kente giriverdik. Deniz kıyısını takip ederek kente yaklaşırken birden denizden mantar gibi bitmiş Güvercin Kayaları olarak adlandırılan, Beyrut kartpostallarının vazgeçilmez görüntüsüyle karşılaştık. Rawcheh olarak adlandırılan semtin promenedındaki seyir terasından Beyrut’lu genç sevgililer Kayalarla selfie yapıyorlardı. Tabii biz de ortama uyup ilk resimlerimizi burada çektik. Oysa bu kayalardan bizim Akdeniz kıyıları boyunca yüzlercesini görmek mümkün ama turist psikolojisi başka bir şey.
Buradan başlayan General De Gaulle Caddesi sonrasında Paris Bulvarı olarak devam ediyor ve bu kordon boyuna Corniche deniyor. Beyrutlular burada jogging den bisiklete her türlü sağlıklı kalma faaliyetlerini gerçekleştiriyorlar. Tabii bunun dışında her türlü siyasi aktivizm ve protest kitle hareketleri de burada gerçekleştiriliyor muş. Biz en azından ünlü Beyrut Maratonuna denk gelen 15 Kasım pazar günü yaklaşık 45 bin kişinin katıldığı ve Suudi Arabistan’da istifasını açıklayan mevcut başbakanları Saad Hariri’nin ülkeye dönmesini talep eden yürüyüşe tanık olduk.
Kornişi takip ederek Ras Beirut’u geçince sağ tarafımızda ünlü Beyrut Amerikan Üniversitesini görüyoruz. Ülkenin en büyük ve dünyada en prestijli üniversitelerinden bir olan okul Osmanlı İmparatorluğunun diğer kentlerindeki Amerikan okullarına benzer biçimde 1860’lı yıllarda kurulmuş. Kulağı çınlasın Mülkiye’den hocamız Haluk Gerger bu okulun Uluslararası İlişkiler mezunuydu ve Beyrut’un en devrimci en heyecanlı günlerinin anılarını bizlere anlatarak, Ortadoğu Coğrafyasının netameli siyasi kaderini tartışıp dururduk.
Üniversitenin civarında yine International School gibi yabancı ortaöğretim kurumları yer alıyor. Üniversitenin hemen arkasında kentin en prestijli semti El Hamra yer alıyor. Arapça kırmızı anlamına gelen bu ad ülkenin eski halkları Fenikelilerin de bir tür deniz kabuklusundan elde ettikleri koyu bordo renkle boyadıkları kumaşlardan ötürü kendilerine eski Yunanca’da kırmızı anlamına gelen Phonecia adı verilmesini sebeb olmuş. Yani kırmızı bu ülkenin kaderi olmuş bir anlamda.
Sahilden devam ederek Ayn El Mrayesh bölgesine kadar müthiş bir trafik yoğunluğu yaşıyoruz. Tabii kentte belediye otobüs dahil hiçbir toplu taşıma olmaması feci bir trafik kaosu yaratıyor. Bırakın toplu taşımayı, Osmanlı döneminde yapılmış demiryolu bile 1975’te başlayan iç savaşla birlikte yok olmuş ve hiçbir şekilde yenilenmemiş.
Şehir merkezine varınca bambaşka bir kente gelmiş gibi oluyoruz. Küçük bir İstanbul olmaya aday bir kent görünümünde son derece modern gökdelenler yükseliyor. Hatta bazı binaların içinde otomobil asansörleri kat sahiplerini araçları ile birlikte katlarına çıkarıp özel parklarına park etmelerini sağlıyormuş. Hani Lübnanlıların ne kadar lüx düşkünü olduğunu duyardık ama bu kadarını da beklemezdim doğrusu.
Kent merkezinde pek çok bina yenilenmiş ya da yıkılıp yeniden gökdelen şeklinde yükselmiş. Başbakan Hariri ve Suudi ortaklarının kurmuş olduğu Solider adlı firma, kentsel dönüşümü gerçekleştiriyor. Ancak halen örneğin eski Holiday In oteli gibi çok katlı binalar savaşın izlerini taşıyor ve ibret-I alem için metruk bir şekilde bırakılmış ve izleyenlere savaş felaketini izleyenlerin gözüne sokuyor.
Kent merkezine El Qods Meydanından doğuya doğru çıkan ve adını 19.yüzyılda Osmanlı’ya epeyce çektiren isyankar Dürzi Prens’ten alan Fakhreddin Bulvarından çıkarak Bab İdriss kapısı semtinden giriyoruz. Bankalar Caddesi üzerinde çıkarken sol tarafta bir tepe üzerinde Abdülmecit döneminde inşa edilmiş Askeri Kışla binası sonradan Fransız Manda döneminde Valilik Sarayı, olarak kullanılmış. Hemen yanında yüksek ve etkileyici çan kulesi ile Cappucin Keşişleri tarafından kurulmuş St.Louis Katedrali, tepenin eteklerinde ise Roma Hamamları kalıntıları görülüyor. Caddenin karşı kaldırımında ise Haçlılar Döneminde St.John Katedrali olarak inşa edilmiş Memlüklüler tarafından ise Hz.Ömer Ulu Camii’ne en azından kapısından göz atmak ilginç gelecektir.
Parlamentonun olduğu Place d’Etoile tamamen Solidere tarafından yenilenmiş binalar, şık dükkanlar ve kafelerle dolu ancak sıkı güvenlik nedeniyle fazla kalabalık değil. Meydanın tam ortasında bir saat kulesi ve üzerindeki Rolex Saat savaş sırasında saklanmış ve sonradan tekrar yerine konmuş. Alternatif olarak biraz daha denize doğru Hamra Caddesi üzerinde Souq Beirut ve civarı, savaş öncesi geleneksel Beirut Çarşısının olduğu alan çok daha hareketli. Burada da çok şık butikler var, eski geleneksel çarşıdan eser yok ama teselli olarak cumartesi sabahları sebze-meyve hali kuruluyor, taze organik meyve-sebzenin yanında her türlü baharat ve kurutulmuş bakliyat da bulmak mümkün. Tabii yanında bonus olarak ayak üzeri yiyebileceğiniz falafel, baklava, börek de cabası.
Eski kent merkezinden doğuya doğru çıktığınız El Amir Bashir caddesi üzerinden modern bir binanın altında kaçırmamanız gereken ünlü künefeci var. Künefeyi öğlen 12.00’ye kadar imal ediyorlar ve simit gibi susamlı bir çöreğin içinde az şerbetli bol peynirli olarak sıcak servis ediyorlar. Dolayısıyla sabah saat 4-5 civarı geceden kalanlar, karnı kazınanlar ya da sabah erken işe gidecekler kahvaltıyı künefecide yapıyorlar.
El Amir Bashir caddesinden kenti doğu-batı ekseninde denize doğru ikiye bölen ve iç savaş sırasında Hristiyan ve Müslüman mahallelerini ayıran Yeşil Hat olarak anılmış Bechara El Khoury Caddesine çıkmadan solda önce Roma ve Osmanlı su kemeri kalıntılarını, onun yanında St.George Marooni Katolik Katedrali ve hemen bitişiğinde 2008’de yapılmış biraz Osmanlı klasik dönem taklidi Mavi Kubbeli Muhammed El Amin camiini görüyoruz. Caddenin karşısında onarılmayı bekleyen Milli Tiyatro Binası.
Cadde denize varmadan Şehitler Meydanına açılıyor. Cemal Paşa’nın 1918’de bu meydanda ipe geçirdiği 15 Arap Milliyetçisinin anısına bir heykel dikilmiş meydanın ortasına. Caddenin karşısı şık tasarım mağazalarının, restoranların yer aldığı Gemmayze, daha geride ise Mar Michael genç nüfusun eğlendiği barların yer aldığı semtler. Mar Mihael’den de Avenue Armenia boyunca kuzeye ilerledikçe Burc Hammound denilen Ermeni mahallesine gelirsiniz. Ancak bu semtte özgün bir mimari ya da dükkan aramayın bulamazsınız. Ucuz Türk konfeksiyon ve ayakkabı dükkanları ile bol miktarda kuyumcu var. Ancak kentte içtiğim en iyi Türk kahvesi de bu semtteydi.
Beyrut mutfağında mezeler hemen hemen her lokantada aynı ancak tabii tatlar farklı. Deniz mahsulleri için Zaitoune Bay’de Babel Bahir balıkta yiyen arkadaşlar çok memnun döndü. Biz ise yine sahilde Korniş üzerinde ilk girdiğimiz son derece şık görünümlü balık lokantasından alkol olmadığı için çıkıp, aynı lokantanın yöneticisinin tavsiyesi ile Le Pecher’in denize nazır terasında yedik, mükemmel bir humus, babagannuş,kalamar ızgara, taze zahter salatası ve tabbule, Kıbbe, taze sıkılmış zeytinyağına ince pita ekmeği banarak yiyince balıklara sıra gelmeden ve bol buzlu Arak ile karnımızı, hem gözümüzü hem de ruhumuz doyurduk..
Son akşam yemeğimizi Babel Dbayeh et lokantasında tam bir gastronomik şölene şahit olarak yedik. Burası 2009’da açılmış hem mimarisi hem de menü ve sunumuyla müthiş zevkli ve keyifli bir yemek mekanı. Menüde serpme olarak en az 12 çeşit meze, ara sıcaklar ve ana yemek olarak da karışık et ve kebap geliyor. Benim en çok beğendiğim ise bir tür tartar ya da çiğ köfte üzeri susamlı ve çörek otlu carpaccio tarzı çiğ etti. Bir de Lüban mutfağının et konusunda en iyi örneklerini Abdül Wahap’ta tatmak mümkün. Ermeni mutfağında ise Mayrig hem atmosfer, hem sunum hem de lezzet açısından favori yerim.
Beyrut’a gitmişken mutlaka görülmesi gereken yerler olarak Bekaa Vadisinde Ksara Şarap bağları ve mahzenleri, Baalbek Tapınaklar Kompleksi; Jupiter, Venüs ve Bacchus’a adanmış devasa boyutlardaki Roma Tapınaklarını burada görebilirsiniz. Ayrıca Zahle Emevi kent harabeleri yine Anti Lübnan Dağlarının yamaçlarında daha eski Roma-Bizans kenti üzerinde kurulmuş son derece romantik bir atmosferde ziyaretçilerini ağırlıyor.
Beyrut’un 45 Km kuzeyinde ise eski Fenike Kenti Biblos; Limandan başlayan Roma yolu 145 Km doğuda yer alan Baalbek’e kadar uzanırmış. Kentin antik turistik çarşısı, Haçlı Kalesi ve eski Fenike Limanında yer alan Balık Lokantalarıyla bir akşam üzeri mutlaka ziyaret edilmesi gereken sevimli bir kent.
Biblos yolunda nostaljik Casino di Liban ise hala extravagan yaşam peşindeki konuklarını ağırlıyor.
Diğer Blog Yazıları