Ege'den Adriyatik'e Gemiyle Seyahat

 

Ege'den Adriyatik'e Dubrovnik, Venedik, Bari, Katakalon-Olympia, İzmir,İstanbul MSC Magnifica Gemisiyle yaptığımız turun izlenimlerini sizlerle paylaşıyoruz...

Ön Bilgiler

MSC Magnifica Yolcu vapuruna Salı Pazarından 11:00-12.30 arası check in yapılıyor. Valizler mürettebata teslim ediliyor. Valizleriniz x-ray makinesinden geçirilerek varsa içindeki her türlü sıvı, içki, ve güvenliği tehdit edecek alet ve cihazlara el konuluyor. Bu tür eşya ve aletleriniz gemiden inilirken tekrar sahibine teslim ediliyor.

Pasaportlar yurtdışı çıkış fonu ile birlikte gemi personeline teslim ediliyor. Check in yaparken fotoğrafınız çekiliyor ve bundan sonra pasaportunuz sayılabilecek önemdeki kabin kartınız size teslim ediliyor. Bundan sonra bu kart gemi içindeki extra harcama ve alışverişlerde hatta kumarhanede çip alırken dahi oda hesabınıza yazılmak üzere sizden talep ediliyor. Duraklamalar sırasında gemiye inip-binerken sürekli yanınızda olması gerekiyor.

Geminin uğradığı limanlardan Dubrovnik’te limanda kimlik kontrolü ile dışarı çıkılabiliyor. Yanınızda herhangi bir resimli kimlik bulundurmanız yeterli. Venedik’te ise pasaportunuzun ilk iki sayfasının fotokopisini yanınıza almanız gerekiyor. Bizde kontrol edilmedi ancak bazen sorulabiliyor. Gemide insanları mutlu etmek için her türlü olanak mevcut. Eğlencenin dozu abartılmış düzeyde. Türkiye’de herhangi bir 5* tatil köyündeki animasyon ve eğlencenin hepsinden fazla eğlenceyi gemide bulabilirsiniz. Hepsinin üzerine ilaveten tam teşekküllü bir casino mevcut. Geminin iki büyük yemek salonunda sabahları 07:00-09:30 arası tek oturumlu ala-carte kahvaltı, öğlenleri tek oturumlu 12:00-14:00 ala-carte menülü öğle yemeği, akşamları ise 19:00-21:00 ve 21:30-23:00 arasında iki oturumlu akşam yemeği çıkıyor. Ayrıca 13.katta yer alan kafeteryada üç öğün açık büfe yemek almak mümkün.

Gemide toplam on üç bar-lounge var. Bunların en azından üçünde eşzamanlı canlı müzik sunuluyor. Gemide Puro barı, olimpik bar, spa barı gibi özgün zevklere hitap eden barlar da mevcut. Bazı barların bazı bölümleri ve 13-14. Kat güvertelerinin belli bölümlerinde sigara içilebiliyor. Cyber köşesinde internet bağlantılı bilgisayarlarda ya da kendi dizüstü bilgisayarlarınızda kablosuz ya da kablolu internete girmeniz için şifre satın alınması gerekiyor.

Sabah 14.güvertede yürüyüş ya da jogging yapabilir, sonra her gün değişen deniz suyuyla doldurulmuş havuzlara girebilirsiniz. Ya da sauna-hamamda ter atıp, her türlü masaj yaptırmanız da mümkün.

Gündüz seyir halinde havuz kenarları ve üst güverteler güneşlenme ve animasyon için ayrılmış olup, biraz gürültülü olabiliyor. Sakinliği sevenler geminin ön ve arka bölümlerindeki güneşlenme teraslarını tercih etmelidirler.

Geminin uğradığı limanlarda pek çok tur paketleri satılıyor. Dilediğiniz tura Türkçe rehberler eşliğinde katılabilirsiniz.

1.Gün İstanbul

Salı pazarından saat 17.00’de ayrıldı. İstanbul’dan gemiyle ayrılmak insanda tarifi zor duygular yaratıyor. Yabancılar için herhalde bu kente doyamadan gitmenin hüznü olabilir. Bizim gibi kentte yaşayanlar için ise tekrar buraya dönebilecek olmanın gururlu sevincini duyarken kentin hızla değişen siluetini denizden tanıklık etmek benim gibilerine hüzün veriyor. Kentin alçak –yüksek fark etmeksizin değişik bölgelerinde yükselen gökdelenler, kente kadim dönemlerden beri topografik özelliğini veren yedi tepesini ve tarihi mirasının en belirgin varlıkları olan minare, kubbe ve kulelerinin arada kaynayıp gitmesine yol açmışlar.

Kentimizin bu durumu özellikle Dubrovnik ve Venedik gibi diğer tarihi kentlerle karşılaştırınca daha da hazin bir duygu yarattı bende.

Marmara ve Avşa adalarına yakından geçtikten sonra gece 12:00 civarında Çanakkale boğazına girdik. Gece gemiyle Çanakkale boğazını ilk geçişim. Hava hafif rüzgarlı deniz sakin, güneye doğru ilerliyoruz. Gelibolu ve Lapseki’den sonra boğazın iki yakası bayağı karanlık, bir saat kadar sonra Çanakkale ve Ecaabat’ın ışıkları görülüyor. Tabii daha sonra da Kilitbahir kalesi ve yamaçta aydınlatılmış asker resmi ve İstiklal Marşımızın dizeleri. Tabii biz bu görüntüye alışığız da yabancılar bunu görünce ne hissediyorlar anlamak zor.

Boğaz çıkışından sonra bir müddet Bozcaada ve Müsellem Boğazı girişini görüp, Midilli Adasının batısından Ege’ye açılıyoruz.

 2.Gün Denizdeyiz.

Peloponnes yarım adasının 3 sivri burunlarını sağımıza alıp, Kefalonya adası solumuzda, daha sonra Korfu sağımızda kalıyor. Gece Adriyatik’in Arnavutluk sahilleri boyunca yol alıyoruz.

 3.Gün Dubrovnik.

Tam kırk üç saatlik deniz yolculuğundan saat 12:30’da( Hırvatistan bir saat geride) limana yanaşıyoruz. Dubrovnik’e de denizden girmek ilginç. Tarihi kenti denizden hiç göremiyoruz. Ancak etrafındaki adaları ve yarım adaları izlemek çok keyifli oluyor. Bir de Bosna-Hersek’le sınırı oluşturan haliç üzerinde yer alan köprüye teğet geçercesine limana yanaşma tüm yolcuların bolca resim çekmesine yol açıyor. Liman kentin kuzey – batısında yer alan bir koyun girişinde yer alıyor. Buradan kente otobüslerle 10 dakikada gidiliyor.

Otobüsler kentin batısındaki Pile kapısında yolcuları indirip, tekrar aynı yerden alıyor. Etrafı tamamen surlarla çevrili eski kentin batı, kuzey ve doğusu aynı zamanda hendekle çevrili. Güvenlik bakımından son derece korunaklı bir ortaçağ kenti olarak tarihte yerini almış. Kenti ilk kuruluşu 7.yüzyılda Bizans’a kadar gidiyor. İlk yerleşenler yerli ve İtalyan karışımı bir halk. Daha sonra 11.-12 yüzyıllarda Hırvatlar egemen oluyor. İlk önce bir ada kenti iken daha sonra ada ana karayla birleştirilip yarım adaya dönüşüyor. 19.yüzyıla kadar bağımsız kalmış bir liman ve ticaret kenti, Osmanlı ile yoğun ticari ve diplomatik ilişkisi olmuş, Osmanlı’nın Bosna-Hersek eyaleti için kendi egemenlik bölgesinden Adriyatik’e çıkış koridoru sağlamış. İtalya ile yakın ilişkisi nedeniyle mimaride ve yerel yaşamda İtalyan kültürü hemen göze çarpıyor. Zaten pek çok dini ve kamu binasının mimarları İtalya’dan gelmiş. Osmanlı ve Venedik arasında sürekli olarak bir denge politikası gütmüş bir kent. Osmanlı’da adı Ragusa olarak geçiyor.

Pile kapısının üzerinde kentin koruyucu azizi Blasius’un kabartması var. Kapıdan içeri girince küçük bir meydan ve meydanın sağ tarafında kümbetli Onforio çeşmesi solunda ise İsa’ya adanmış bir kilise var. Hemen yanında ise St. Claire Fransisken manastırı yer alıyor. Kent tamamen motorlu araç trafiğine kapalı. Önümüzde kentin ana arteri Stradun caddesi doğuya doğru uzanıyor. Caddenin iki tarafında dükkanlar ve kafeler yer alıyor. Caddeyi dikey kesen sağlı sollu pek çok sokak var. Soldakiler hemen merdivenler halinde dik bir yamaca tırmanıyor. Yamaçtaki ara sokaklar üzerinde pek çok nefis kent ve deniz manzaralı lokantalar yer alıyor. Sağdaki sokalar ise ana caddeye paralel iki ara caddeyi dikey keserek deniz surlarına kadar gidiyor. Ara sokakların tamamı hediyelik dükkanlar ve küçük lokantalarla dolu. 100- 150 mt sonra kentin doğu ucundaki Luza meydanına varıyoruz. Kentin en büyük meydanında Büyük Çan kulesi ve Ploce ( Doğu) Kapısı yer alıyor. Burası aynı zamanda kentin eski limanı. Limanın etrafında karşılıklı iki kale yer alıyor. Kentin binalarının çoğu özellikle 17.da meydana gelen deprem ve sonrasındaki yangınlarda yıkıldığı için tekrar yapımlı ve dolayısıyla özgün mimarilerini kaybetmiş binalar. Bu nedenle kentte Gotik, Rönesans, Barok mimariler üst üste ve yan yana gelmiş. Ancak yine de kentin tamamı son derece korunmuş ve bakımlı bir açık hava müzesini andırıyor. Limanın etrafında birkaç adet son derece şık kafe ve lokantalar var. Luza meydanı ve etrafında pek çok anıtsal dini ve seküler yapılar yer alıyor. Kentin koruyucu azizine adanmış St. Blaisus Kilisesi, onun yanında Sponza Sarayı ( Güzel Sanatlar Müzesi), Yönetici elitlerin Rektörler Sarayı, Katedral ve deniz surları arkasında İspanyol Merdivenlerine benzer merdivenlerle çıkılan bir platform üzerinde yer alan St. Ignatius Cizvit Kilisesini bir çırpıda gezmek mümkün.

Kentin deniz surları boyunca yürüyüp, deniz tarafına geçit veren küçük kapılardan geçince kayalar üzerinde yer alan nefis manzaralı kafelerde soğuk bir bira içip, Adriyatik’in serin mavi sularına dalmak gezinin en keyifli anını oluşturuyor.

Zaman dolunca tekrar Pile Kapısında toplanıp, otobüslerle Limana dönüyoruz. Ayrılmadan önce surlara bitişik, kayalar üzerinde yer alan Orhan Balıkçısına göz atıyorum. Orhan Hırvatça Morina balığının adı, ama buraya gelen Türkler, lokantanın sahibini Orhan sanıp, garson kızlara Orhan’ı soruyor sürekli. Kızcağız da şaşkın fakat bıkmadan buzdolabındaki Morina balıklarını gösteriyor.7

17:30’da Dubrovnik’te ayrılıp yine dantel gibi serpiştirilmiş adalar arasından Kuzey-Batıya, Adriyatik’in dibinde yer alan Venedik’e hareket ediyoruz.

 4.Gün Venedik

Sabah 08:00 itibariyle Venedik’e doğru giriş yapıyoruz. Adriyatik’in bu bölümü sığ ve bataklık olduğu için arada çok dar bir şeritten kıvrılarak Venedik’e giriş görsel bir şölene dönüşüyor. Tüm yolcular en üst güvertelerden sarkarcasına resim çekiyorlar. Venedik’e gemiyle ikinci gelişim, ama bu kez de ilk gelişim kadar heyecanlı oldu. Gemi San Marco Meydanını selamlayarak, Güzel Sanatlar Müzesinin önünden Grand Kanal’ı pas geçerek büyük limana yanaştı.

Bu kez Vaperettolarla San Marco meydanına indik. Grubun çoğu yarım saatlik Venedik’in olmazsa olmazı gondol gezisine katıldı. Biz ise hemen indiğimiz rıhtımda bir güzel espresso ile Venedik keşfimize başlamadan önce ruhen hazırlandık. Haziran ayı, Venedik’in en turistik zamanıdır. Limanda aynı anda dört devasa yolcu gemisi, irili ufaklı yatlar ve pek çok kara turisti de gelince gündüz saatleri metrekare başına en çok turist düşen yer haline getiriyor Venedik’i. Üstüne üstlük bir de Venedik Bienali için kente gelmiş yerli-yabancı pek çok sanatsever, okur-çizer zevat da burada.

Venedik bienali gitgide zenginlik ve derinlik kazanıyor. Kentte elliden fazla mekan uluslar arası sanatçılarının işlerinin sergilenmesi için düzenlenmiş. Çok başarılı tanıtım afişleri, posterler, broşürlerle kente gezmeye gelmiş tüm turistlerin ilgisini çekiyorlar. Adeta zorla içeri alıyorlar. Biz bile toplam 6 saatlik ziyaretimiz sırasında dört beş adet sergi gezdik. Ancak Türkiye’den katılan  Ayşe Erkmen işi Tersane bölgesinde sergilendiği için gidip, görmeye vaktimiz olmadı. Teselli olarak Ayşe Erkmen’in posterinin resimini çektik.

Venedik’te ara sokak ve kanallar arasında yürüyerek ve tabii ancak kentin en fazla üçte birini görebildik. Tabii gördüklerimiz arasında San Marco Katedrali, Dükler Sarayı, Akademi, Rialto Köprüsü, Contarini Sarayı merdivenleri, Fenice Tiyatrosu, Güzel Sanatlar Müzesi unutamaycağımız yerler oldu. Kentin koruyucu azizi ve İncil yazarı Marcus’un kemikleri 9.yüzyılda İskenderiye’den kente tuz yığınları arasında kaçırılıp getirilmiş.

Venedik, Cenova ile birlikte 10 yüzyıldan 18.yüzyıla kadar Akdeniz’in başat gücünü oluşturan  iki şehir devletinden biri. Osmanlı'nın da iki büyük baş ağarısından biri. Ne yazık ki ikisi de Osmanlı ile aynı kaderi paylaşarak okyanus ötesi keşiflere katılamadığı için 18.yüzyıl itibariyle dünya tarihinde öncelikli siyasal konumlarını kaybettiler. Sanatta ise Floransa’yı Sözcükler yetmiyor,  gelip mutlaka görmek gerek. Ancak benim önerim, en az üç gün ayırıp, doyasıya gezmek. Hatta bir - iki senede bir gelip, tarihi miras üzerinde yaşayan dinamik kültürel hayata tanık olabilmek gerekiyor. Tabii bunun için de Şubat ayında Venedik Karnavalı mutlaka seyahat planlarına katılmalı.

Akşamüzeri Venedik’ten tekrar pilot eşliğinde ayrılıyoruz. Gemimiz yine kanallar arasında belirlenmiş rotada kıvrıla kıvrıla bu rüya kente veda ediyor. Venedik’ten gemiyle ayrılmak da varmak kadar romantik oluyor.

 

5.Gün Bari

Sabah saat 10.15’te Bari’ye varıyoruz. Kente yaklaşırken, çok sevimsiz bir görüntü arz ediyor. Küçük, hiçbir özelliği olmayan düzlükte yayılmış küçük modern bir kent görünümü veriyor. Üstelik Bari hakkında önceden edinilmiş hiçbir bilgim yok. Merak da etmiyorum. Tahminen gemiden inip bir kahve içer dönerim diye düşünüyorum. Grubun bir kısmı 1 saat mesafede Arberbello Kasabasına gitti. Dediklerine göre bizim Harran Ovasındaki Konik evlerin olduğu küçük bir köymüş. Evlerin pek çoğu restore edilmiş ve turistik bir köy olarak gemi yolcularının ziyaretine açılmış. Bir ara bizim basında Harran’daki konik evlerle benzeşen mimari yapısı nedeniyle yer aldığını hatırlıyorum. Hatta kardeş köy ilan edilmesi olasılığı bile söz konusuydu. Antrapologlar bu iki farklı coğrafyada benzeşik yapı mimarisinin etno-kültürel nedenlerini inceliyorlardı yanılmıyorsam. Ancak daha sonra yayınlanmış hiçbir rapor gözüme çarpmadı.

Gemiden inmeden dağıtılan broşür ve kent krokisinde bir iki kilise, bir Norman Kalesi ve eski şehir göze çarptı. Tabii iner inmez bu yapıların peşine düşüp, yürüyüşümüze başladık. Limanın hemen karşısındaki dar sokaklardan birine dalıp eski şehrin canlı yaşam ve mimarisine tanık olunca, şehir heyecan vermeye başladı. Sokalar birbirini biçimsiz bir şekilde kesiyor, dar ve çıkmaz sokaklara dönüşüyordu. Birden kendimizi bir ortaçağ kentinde bulduk. Ancak donmuş müzeye benzer bir kent değil, basbayağı canlı bir sosyal yaşamın sürdüğü, insanları sokak ortasında guplar halinde sohbet ettiği, çocukların top peşinde ya da tahta at arkasında koşturduğu, yaşlı teyzelerin sokağa açılan mutfaklarda mis gibi sarımsak kokan yemekler pişirdiği, amcaların evin önünde oturup gelip geçeni izlediği bir kent. Çeşitli mimari üslupların birbirine eklemlendiği, balkon ve yüksek pervazlı pencerelerin önünden rengarenk çiçek ve bitkilerin sarktığı çok iyi korunmuş taş evler ve en fazla iki-üç katlı binalar arasında kaybolmaya başladık. Pazar günü olması nedeniyle dükkanlar kapalı, kiliseler dolu, sokaklarda ise ayin sonrası gruplar arası sohbetler sürüyordu. Açık olan bir iki hediyelik eşya dükkanı da muhtemelen gemi limandan ayrılınca kapanacak ve kent sakinleri siestaya çekileceklerdi.

Hala mimarisini, yerel yaşam kültürünü koruyabilmiş, Akdeniz coğrafyasının tipik bir sahil kenti ile karşılaşmak bana müthiş bir heyecan verdi.

Kentte sırasıyla önce Romanesk-Gotik tarzında yapılmış görkemli St.Nicholas Kilisesini gezdik. Noel Baba’ya adanmış bu kilisede Bari’li denizcilerin 10.yüzyılda Demre'den kaçırıp getirdikleri kemikleri saklanıyor. Daha sonra sırasıyla Cizvit Kilisesi, Deniz Surları, Balık Halini gezip, halin tam karşısındaki küçük meydanda Barililerle birlikte sabah espressomuzu içtikten sonra kentin en görkemli iyi korunmuş Norman Kalesini gezdik. Normanlar Güney İtalya ve Sicilya’yı 10.yüzyılda egemenliği altına almış Kuzeyli barbar bir kavim. Kale Norman Kralı Roger tarafından yaptırılmış ve pek çok tadilat görmüş. Kalenin içinde çok çeşitli dönemlere ait Bari seramikleri sergileniyor. Dehlizlerinin altında eski Bizans kilisesi ve mezarlarının kalıntıları var. Surlarının üzerinden ise masmavi Adriyatik denizi manzarasını izleyebilirsiniz. Kalenin tam karşısındaki balık lokantasında aklımız kalarak gemiye dönüyoruz ve Bari’ye elveda diyoruz. Benim için gezinin en çarpıcı kenti ve sürprizi Bari oldu. Bir gün mutlaka oraya döneceğim.

Gemimiz 15:15’te hareketle Pelopennes yarımadasının batısında yer alan Katakolon’a doğru yol alıyor. Bu akşam Venedik ve Bari’den gemiye binen çoğu İtalyan yolcular için Kaptan’ın Gala Yemeği var. Herkes çok şık giyinmiş bir şekilde geminin çeşitli barlarında ikram edilen içkilerini yudumlarken Kaptan’la poz veriyor ve daha sonra ana yemek salonunda şölen yemeğine katılıyordu.

 

6.Gün Katakolon-Olympia

Sabah saat 08:00’de gemimiz Katakolon limanına varıyor. Yolcuların çoğu antik Olympia kentine, bir kısmı ise limanın hemen yanındaki veya karşısındaki bakir plajlara atıyor kendini. Katakolon’dan hafif raylı sistemle Olympia’a tren kalkıyor. Yunan’lı vatman bizi zorla trene davet ediyor ve gidiş-dönüş €10’luk bir biletle bizim gibi birkaç maceraperesti Olympia’ya götürüyor. Katakolon-Olympia arası 40 dakika sürüyor, tren tarlalar ve zeytinlikler arasından önce ana kent Pyrigos daha sonra Olympia antik kentine varıyor. Antik Yunan’da Tanrı Zeus tarafından kurulup, Ana Tanrıça Hera’ya adanan büyük bir kutsal alanı olan kentte ilk Olimpiyat oyunları MÖ 10.YY’dan MS 4.YY’a kadar kesintisiz biçimde devam ediyor. Gerek antik Yunan gerek Roma döneminde pek çok ünlü atlet ve Neron gibi Roma imparatorları oyunlara yarışmacı olarak katılıyor.

Antik kent, 19.YY’da Alman arkeologlar tarafından kazılmış, peyzaj düzenlemsi olarak çok bakımlı. Ziyaretçilere huzur veren doğal ve tarihi zenginlik sunuyor. Kentte atletlerin konaklayıp, oyunlara hazırlandığı Paleastra, Hamamlar, Apollo ve Herakles’e adanmış tapınaklar, yarışların yapıldığı 40.000 kişilik stadyum, Büyük Çeşme ve Hera Tapınağını görüyoruz. Olimpiyat ateşinin yakıldığı büyük taş hala yerinde duruyor. Hitler 1936 Berlin Olimpiyatlarının ateşinin ilk kez buradan yola çıkmasını istemiş.

Gezimizi bitirdikten sonra bizi bekleyen trenle tekrar Katakolon’a dönüyoruz. Katakolon’da gemi kalkana kadar sahilde birer uzo içiyoruz. Bizden daha ehlikeyf olan yolcular taze balık, kalamar ve çeşitli mezelerle uzo eşliğinde hızlı bir öğlen yemeği yiyorlar.

Gezinin en dokunaklı tarafı da modern bir supermarketin yanında yer alan çok eski bir bakkal dükkanının önünde yaşlı teyze bizim Türk olduğumuz anlayıp, çok eski ve kırık bir Türkçe ile bizi içeri davet etmesiydi. Annesinin Gümüldür, Babasının İstanbul’lu olduğunu söyleyip, gözleri doluyor. Kendisi Yunanistan’da doğmuş ama annesi ölene kadar evde Türkçe konuşulmuş. Dükkan’da alacak bir şeyler bulmaya çalıştık ama nafile! Sonradan da herhangi bir şey almamış olduğumuza pişman olduk.

Gemi 13:00’te hareket ediyor, Pelopennes yarımadasının güneyini dolaşıp, sırasıyla İyonya ve Kiklades adalarının arasından İzmir’e  yöneliyor.

 

7.Gün İzmir

Sabah 09:00 İzmir’e varıyoruz. Yolcuların çoğu Efes’e gidiyor. Gemi saat 15:00’te İstanbul’a doğru hareket ediyor. Bu yolculuğun da en keyifli tarafı önce Çeşme yarım adasının kuzey kıyıları, uzun ada, Karaburun, daha sonra ise Midlli’nin güney kıyıları, Plomari, ünlü Yunanlı kadın şair Sapho’nun kenti Eressos, Sigri liman kentlerini izlemek oluyor. Daha sonra sırasıyla Babakale, Bozcaada, solda uzakta Gökçeada’yı görüp, Çanakkale boğazına giriyoruz.

8.Gün İstanbul

Sabah saat 07:00’de İstanbul’a giriyoruz. İstanbul’a sabah ışığıyla girmek yine müthiş bir görsel şölene dönüşüyor. Tüm yolcular erkenden en üst güvertelere çıkıp, yine binlerce fotoğraf çekiyorlar. Saat 09:00’da İstanbul'dan gemiye binmiş çoğu Türk yolcu gemiden check out ediyor. Böylece bir haftalık keyifli bir Ege, Adriyatik turunun da sonuna gelmiş oluyoruz.