Küba'yı Yazmak

KÜBA’YI YAZMAK

 

Küba’yı bir dergi sayfasına sığdırmak cesaret ister, bense sadece anılarımda kalan Küba’yı yazmaya karar verdim. Nasılsa Küba ile ilgili turistik bilgileri herhangi bir Seyahat Rehberinde bulmak mümkün. 

Küba’yı ilk kez Karayiplere yaptığım gemi seyahatinde uzaktan gördüğümde ‘Bekle bir gün orada olacağım’ demiştim. O gün, tam iki yıl sonra geldi ve iki kez tekrarlandı.  Küçük bir arkadaş grubu ile yaptığımız ilk seyahatte Havana’nın Jose Marti havalimanına indiğimizde grubumuz çok heyecanlı idi. Ne de olsa Fidel henüz dimdik ayaktaydı ve biz 21. yüzyılın son kalmış birkaç Komünist ülkesinden birine ve de en görülesi olanına ayak basmıştık. Havalimanı binasının içine girdiğimizde yapışkan bir sıcaklık ve rengarenk havalandırma boruları ve çeşitli ülke bayrakları ile karşılaştık, üstelik A.B.D bayrağı bile vardı içlerinde.  Dışarı çıktığımızda ise tam bir insan, renk ve ses cümbüşü ile karşılaştık. Grubumuzu karşılayan rehberimiz Emilio ve otobüs şoförümüz Ricardo’nun ağızlarında heybetli birer Cohiba Double Corona ile bizleri güleryüzle karşıladıklarını görünce daha da keyiflendik. Ancak daha purolarından birkaç nefes çekmişken, otobüs hareket etmeden puroları yere atıp ayakları ile ezince içim ‘cız’ etti. Bizler için birer servet ve Türkiye’de maalesef bir statü sembolü olarak algılan puroların buradaki emekçilerin gözünde Birinci Sigarası kadar kıymet-i harbiyesi olmadığını görünce, vay bizim Kulüp Başkanlarımızın havalarına demekten kendimi alamadım.

 

Parque Centrale’deki Kolonyal mimarili Telegrafo Oteline yerleşir yerleşmez, tüm grup onlarca saatlik uçak yolculuğunun yorgunluğuna aldırmaksızın, karşı köşedeki Hemingway’in gözde mekanlarından  Floridita’ya koştu. ilk Mojito ve Diaquire’lerimizi yudumlamak için. İkisi de çok şekerli, biri taze nane yapraklarının ezilerek şeker, soda ve romun karıştırlmasından diğeri ise yine romun bu kez limon ve şekerle karıştırılmasından oluşuyor ve buzlu içiliyor. Ancak Hemingway’in kokteylleri grubun erkelerine çok tatlı geldiği için Emilio’nun tavsiyesine uyup, sek Santiago de Cuba Romu içmeye karar verdik bundan sonra.

Havana adeta bir açık hava müzesi.  Sanki tarihin bir anında zaman durmuş, donmuş. Binalar, yollar, otomobiller, meydanlar, katedraller… Durup, donmayan insan, müzik ve renkler. İnsanları sokaklarda, meydanlarda, sürekli gülümseyerek ritmik adımlarla yürüyor, dans ediyor,  evlerin önlerinde sallanan sandalyelerinde umarsız bir şekilde iki kanallı Televizyonlarını seyrediyor, evlerden dışarıya canlı Afro-Latin müzikleri taşıyor. Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesinde ön sıraları alan kentte restorasyon çalışmaları ağırda olsa ümit verici bir şekilde ilerliyor. Mevcut rejim bu konuda çok titiz ve uyumlu bir işbirliği sergiliyor Unesco ile. En azından dünyanın diğer tarihi kentlerinde karşımıza çıkan Mc Donalds, Coca Cola, Algida logolu renkli şemsiyeler, tenteler ya da tabelalar, plastik sandalye ve masalar, yok ortalıkta. Onun yerine,  Havana’nın Mulatta ( Melez) kızları renkli giysileri ile etrafa gülücükler dağıtarak yürüyor, yaşlı adamlar ve kadınlar ağızlarında kendi elleri ile sardıkları purolarını içip, turistleri seyrediyor evlerinin önlerinden. Bisiklet-Taksiler (Bisitaksi) ve Deve-Kamburlu Tır’dan bozma belediye otobüsleri (El Camello), kahverengi mini etekli kız ve şortlu ilkokul çocukları sokağa bakan, önü açık dersliklerinde öğretmenlerini dinliyorlar, bir gözleri ile sokaktan geçen bizlere kaçamak, utangaç bakışlar atarak. 1990’ların başından itibaren ekonomik zorunluluk sonucu ülkeyi turizme açan Castro, ülkesinin bu otantik ve devrimci değerlerini akılıca pazarlamasını biliyor. Öyle ki Commandante Che Guevera’da maalesef bu furyadan nasibini alıyor. Ülkenin belli başlı meydan, bina ve yollarında adım başı Che’nin resimleri, posterleri, ve tabii Devrimin diğer unsurları her yönüyle pazarlama faaliyetinin içinde. Fidel belli ki Avrupa ve Güney Amerika’lı emektar sosyalistler ülkeyi ziyaret etse, hem kitle turizmin yozlaştırıcı etkisinden görece az zarar görüp hem de ziyaretçilerin devrimci hayallerini tekrar canlandırmayı hedeflemiş olabilir bu stratejik kararı ile. Bizler için son derece cazip ve duygusal gelen bu durum, ülkenin sıradan insanı için ne ifade ediyor acaba?

 

Katedral Meydanından Parque Centrale’e doğru devam eden Empedrado Caddesi üzerinde Hemingway’in günüz mekanlarından biri olan Cafe Bodequite del Medio artık turistlerden içeri zor girilebilen bir yer olduğu için biz yine ikinci turistik mekan El Patio’da öğle yemeği yedik. İspanyol-Afrika sentezi Creole olarak adlandırılan Küba Mutfağının damakta kalır herhangi bir özelliğini bulmak zordur. En fazla tavuk ızgara ya da fırında domuz eti yanında mutlaka siyah fasulye ile servis edilir. Dört tarafı okyanusla çevrili adada balık ve deniz mahsullerinin çok az bulunması beni şaşırttı. Yine de en iyi balık lokantası  Hemingway’in evinin yakınındaki, İhtiyar Balıkçının köyü Cojimar’da.. Ülke’de özelleşme çok sınırlı olarak ailelerin kendi evlerinde işlettikleri lokantalarla( Paladar) başlamış. Bir akşam yemeği için ünlü Küba ‘Filmi Çilek ve Çikolatanın’ çekildiği mekan olan, Vedado’daki bir zamanlar varlıklı insanların oturduğu eski bir apartmanın 5.katındaki Paladar’a gittiğimizde Küba’daki en güzel yemeği en romantik ortamda yeme şansı bulduk. Ancak yemekten sonra apartmanın merdivenlerinden aşağı inerken birkaç aile tarafından paylaşılmış dairelerin içinde gördüğümüz manzara ve yoksulluk, bütün yediklerimizi kursağımızda bırakmaya yetti. Ayrıca insanların mahremiyetine bu kadar yakından tanık olmak hepimizi utanca boğdu.

Eski Havana sokaklarında gece ya da gündüz amaçsızca dolaşıp, etrafı sanki her defasında yeniden keşfedermiş gibi şaşkınca izlemekten müthiş keyif alırım. Hele her sokakta kaşımıza çıkan onlarca  Cafe’lerden gelen Afro-Cuban müzikleri, Salsa dansları insanı yerinden oynatır. Bunların içinde özellikle Casa del Musica kulüpleri Kübalıların en çok sosyalleştikleri mekanlardır. Burada yaşlısından gencine çiftlerin birbirlerini tanımadan dansa davet etme ritüelleri ve dans edişlerini izlemek bir yabancı için hem eğitici hem de kıskandırıcı bir durumdur. Bir keresinde bir kızcağız gelip beni dansa davet ettiğinde,  davetini nazikçe redettiğimde çok şaşırdı ve arkasına bakmadan gitti. Oysa bilmiyordu ki Salsa’dan hiç nasibini almamış bir gariptim.

 

Havana’dan sonra beni en çok etkileyen kasabalardan biri Trinidad ( Hep Trinidad&Tobago adlı başka bir ülke ile karıştırılır, oysa Küba’da bir şehir adıdır). Adanın en eski yerleşimlerinden biridir ve yine UNESCO Kültür Mirası listesinde layıkıyla yerini alır. Özellikle Cienfiegos’tan Trinidad’a giderken oradaki acentemizin bize özel olarak düzenlediği bir şeker fabrikası ve plantasyonları turu gerçekten insanın ömründe bir kez yaşaması gereken deneyimdir. Artık işletmeye kapatılmış bir şeker fabrikasını, eski müdürünün rehberliğinde gezip, daha sonra buharlı tren ile şeker kamışı tarlalarının içinden geçerken, fabrikanın bekçisi ve iki arkadaşının yaptığı müzik ziyafeti eşliğinde romlarımızı yudumlayıp, Cohiba’larımızı içmek gerçek miydi, rüyamıydı hala düşünürüm.  Yolda bir köyde mola verip, bir çiftlik evinde içtiğimiz bol şekerli kahvenin değilse bile ev yapımı romun tadı damağımızda kaldı. Oysa bir gün önce Partagas Puro fabrikasını gezerken 800 kişilik bir emekçi ordusunun önlerinde (katiyen bacaklarında değil!), puroları sararken, bir parti eğitmenin yüksek sesle okuduğu propaganda metnine aldırmaksızın, bize tezgah altından puro satmaya çalışan genç işçileri görünce duyduğumuz ezikliği ne çabuk unutmuştuk! Evin Büyükannesi bize bir zamanlar Fidel’in babasının çiftliğine komşu olduklarını anlatıp, eski aile resimlerini gösterirken tanık olduğu tarihi olaylar karşısında dalıp ne düşündüğünü anlamaya çalışırken gözyaşlarımızı tutmakta zorlandık.

Küba’da neş’e ve hüzün bir arada yaşanır. 

Haluk Yurtkuran

21-29 Kasım 2004