Güney Amerika Şili, Bolivya, Peru

Oasis Turizm’in gerçekleştirdiği Güney Amerika’nın batısının bir kısmını kapsayan gezimiz alışılagelen rotanın tersine Şili’nin Başkenti Santiago’dan başlayıp, Peru’nun başkenti Lima’da sonlandı. Kıtalararası uçuşları Madrid aktarmalı olarak Iberia Havayollarıyla, kıta içi uçuşları ise LAN Şili ve Lan Peru Havayollarıyla gerçekleştirdik.
Grubumuzun yarısı okul arkadaşları diğer yarısı ise eş, dost, ahbap ve akrabalardan oluşan yarı homojen bir gruptu. Ancak turumuz boyunca yaşanan keyifli ve güzel anlar grubun tam anlamıyla birbirine kaynaşması ve Oasis seyahat ilkelerini bir kez daha teyit etmesiyle sonuçlandı diyebilirim. Aşağıda anlatılanlar kısmen günlük formatında ve gezilen yerlerin tanıtımı kapsamında yazılmış ancak hiçbir şekilde turistik rehber broşürü olma iddiası taşımayan bir seyahat notudur. Sadece zamanı olanlara keyifle okumaları önerilir.

20 Ekim Cumartesi
Turumuzun bir gece öncesi, grubun bir kısmının İberia Havayollarında On-line check in işlemleri sırasında sistemik bir arıza ile yerlerini teyit edememesi nedeniyle stresli bir gece geçirdik. Ancak bu talihsiz kişiler arasında eşimin de olması diğer grup üyelerini bir nebze rahatlatıyor. Nitekim uçuş günü alana biraz erken gidip, sorunu Iberia ile hallediyoruz. Aileler ve arkadaşlar büyük oranda yan yana oturma olanağına kavuşuyor.
Saat 17:30’da İstanbul’dan havalanıp, 20:30 yerel saat ile Madrid’e varıyoruz. Yolculuğun ilk bölümü gayet eğlenceli geçiyor. Uçağımız Schengen dışı bölgelere uçuşların yapıldığı RSU terminaline yanaşıyor. Uçaktan iner inmez güvenlik ve arama noktasından geçerek RSU transit salonuna geçiyoruz. Santiago uçağımızın kalkış saati 00:05’e kadar grup iki ayrı barda İspanyol şarap ve tapasları ile uzun bir okyanus ötesi uçuşa uyum sağlamaya çalışıyor.

21 Ekim Pazar
Uçağımız 00:35’te havalanarak çok uzun bir okyanus ötesi uçuşa geçiyor. Gayet emniyetli ve sarsıcı olmayan ve/fakat yaklaşık 12,5 saatlik uzun bir yolcuğumuz sırasında grubun bir kısmı uyuyarak bir kısmı içkilerini yudumlayarak bilmece çözüp, film izliyor.
Uçak Santiago üzerinde alçalmaya başladığında çevredeki Ant Dağlarının karlı zirveleri ve geniş ovalar heyecan verici bir coğrafyaya vardığımızı hemen belli ediyor.


Santiago, nasıl tanımam karlarını,
Nisan güneşini, siyah armağanlarını,
Bir almanaktır San Francisco
Gongoristik tarhlerle dolu,
Bir aslandır Merkez İstasyonu,
Moneda bir Kumru.’*


Böyle betimliyor Pablo Neruda, Santiago Şarkısı adlı şiirinde güzelim kentini. Ünlü şairin kentine alçalırken içimizde buruk bir sevinç hissediyoruz..
Havaalanında gümrükte valizlerde rastlanan ve beyan edilmemiş bazı kuruyemiş ve gıdalar bazılarımızın biraz heyecanlı anlar yaşamsına sebep oluyor, ancak Şili’li gümrük memurlarının basiretli ve hoşgörülü tutumları, gerilimi azaltıyor ve grubumuz dışarıda rehberimiz Zoony (Suni) tarafından karşılanıyor.
Uzun ve yorucu bir yolculuğa rağmen grubumuz, doğrudan şehir turuna gitmeyi heyecanla onaylıyor. Havaalanından kente doğru varoşlarda öne çıkan görüntü herhangi bir orta boy Türkiye kentinin varoşlarından çok farklı değil. Ancak merkeze yaklaştıkça kolonyal mimari kendini hissettiriyor. Yeni gelişen bölgelerde ise modern plazalar, rezidanslar, ofisler gibi akıllı binalar bu coğrafyayı da küresel standard kitchliğe mahkum etmiş.
Biz önce kentin 19. Yüzyıl soylularının yaşadığı semtleri geziyoruz. At yarışlarının yapıldığı hipodrom Hipico Club olarak bizdeki Büyük Kulüp benzeri bir seçkinler kulübü olarak halen faaliyette. Seçkin üyeler burada hem at yarışlarını izliyor, hem de özel davet ve organizasyonlarını gerçekleştiriyorlar. Kulübün civarında bir zamanlar aristokratların oturduğu müstakil malikaneler ve binalara artık göçmen etnik gruplar yerleşmiş. Zenginler ise kentin kuzeyindeki yeni rezidanslarına göçmüşler.
Kentin merkezine doğru ilerlerlerken geçtiğimiz bir cadde de sağlı sollu bizdeki Ziverbey Köşkü misali, 12 Mart işkencehanelerini andıran Pinochet dönemi gizli polis binalarını görüyoruz. Kentin merkezinde önce Başkanlık Sarayının olduğu Plaza de la Constitucion ( Anayasa Meydanı)ziyaret ediyoruz. Birden hüzünlü 1973 Eylül’ü anılarımızda tazeleniyor. Salvador Allende’nin Başkanlık sarayında darbecilere karşı elinde silahı ile mücadelesi ve sonrasında katledilmiş olması ( teslim olmak yerine intihar etti diye idda ediyor bazı odaklar!) içimizi burkuyor. Sarayın arkasında bir grup eski asker emeklisi dikta döneminden kalan özlük haklarının yeni Başkan tarafından kendilerine iade edilmesini talep ediyor.
Kentin her yerinde her an bir gösteri ve protesto var. Dikta sonrası ülkede çok canlı bir demokrasi pratiği yoğun bir şekilde sürüyor.
Her İspanyol sömürge kentlerinde yer alan Plaza de Armas turumuzun ikinci ziyaret noktası. Burada Ulusal Tarih Müzesini gezerek ülkenin sömürge öncesinden günümüze sosyal ve etnografik tarihini gözlemliyoruz. Daha sonra San Francisco Katedralinde Peru’lu etnik cemaatin Mucizeler Tanrısına adanan kutsal ay kutlamalarını izliyoruz.
Öğlen yemeği için kısa bir yürüyüşle Mercado Central’e varıp, tamamen deniz mahsulleri satan tezgahlar arasında yer alan lokantalardan birinde keyifli bir öğle yemeği yiyoruz. Pasifikten yeni çıkmış midye, karides, kalamar, pavurya ve dil balıklarını aromatik taze beyaz şaraplar ile midemize gönderirken hem görsel hem gastronomik bir şölen yaşıyoruz.
Öğleden sonra kentin ortasında yer alan volkanik bir oluşum olan San Cristobal tepesine çıkıyoruz. Türkiye kentlerinde özlediğimiz bir yeşil alan olarak korunmuş bu tepede halk, koşu, bisiklet, yürüyüş yapıyor. Buradan kentin panaromik bir görüntüsünü izleyip, modern kesimlerine doğru iniyoruz. Sırada kentin nezih semtlerinin ortasında yer alan Atatürk parkı var. Kentin belediye başkanı Apoguindo Caddesinde yer alan Novigod Parkının ana teması barış olarak belirleyip, Atatürk’ün barışa hizmet eden bir devlet adamı olarak Santiago'luların örnek alması için Atatürk adına bir anıt diktirmiş.
Grup artık yorgunluktan telef olmak üzereyken otele varmış olmak, herkeste turun geleceğine dair bir umut uyandırıyor. Biraz dinlendikten sonra gittiğimiz kentin bohem Bellavista bölgesindeki Like a Water in the Choclate lokantası ünlü bir Şili’li kadın yazarın aşka giden yol mutfaktan geçer ilkesine uygun yazdığı bir romanın anısına açılmış. Girişte bir zifaf yatağı gibi süslenmiş yemek masası ilgimizi çekiyor. Yemekler ise romana hak verdirecek kadar lezzetli. Yemeğin hemen başında artık bundan sonra tüm seyahatimiz boyunca yemek öncesi yudumlayacağımız bir nevi Margarita’ya benze Piscot Sour ile tanışıyoruz.

22 Ekim Pazartesi
Bugün kuzey-batıya, ülkenin sayfiye kentlerine doğru uzanıyoruz. Casablanca ovası boyunca uzanan verimli alanlarda pek çok Akdeniz ve yarı-tropik meyvelerin yetiştiği bahçeler ile pek çok üzüm bağı ve şaraphaneleri izleyerek, okyanus kıyısında Vina del Mar kasabasına varıyoruz. Sahilde pelikanlar ve denizaslanlarının fotoğraflarını çekiyoruz.
Öğle yemeğimiz sahilde bir balık lokantasında. Vina del Mar, Pinochet döneminde güvenlik nedeniyle diktatörün emriyle idari başkent olmuş, meclis binası ve yazlık saray buraya kurulmuş. Halen de meclis çalışmalarını buradan yürütüyor. Yemek sonrası Paskalya Adasından yaşayan ilkel yerli kabilelerin yaptığı kayadan yontulmuş dev insan heykellerden bir kaçını ve yine bu kabilelere ait etnografik eşyaların sergilendiği Fonck Müzesini dışarıdan görüyoruz, çünkü müze siesta nedeniyle 16:00’ya kadar kapalı! Müzenin tam karşısında yer alan ülkenin milli değerli taşı sayılan Lapis Mağazası bir anda grubun istilasına uğruyor.
Öğleden sonra Şili’nin önemli bir liman kenti olan Val Paraiso’yu(Cennet Vadisi) geziyoruz. İlk bakışta herhangi bir Akdeniz Liman kentini andıran kentte çok canlı bir kozmopolit nüfus ve yüksek tepelerde korunmuş eklektik bir mimari göze çarpıyor. UNESCO tarafından sivil mimari mirası listesine alınmış kentin bu bölümüne 1827 yılı yapımı ahşap bir finküler ile çıkılıyor. Kentin bu bölümü bir zamanlar, ülkenin madenlerini işleyip Avrupa’ya götüren bizdeki Levanten komprador burjuvaziyi andıran Avrupa’lı yatırımcı ve tüccarların yaşadığı bir semtmiş. O nedenle Alman, İngiliz, Hırvat, Rus, İtalyan, İspanyol mimari özellikler taşıyan yapılar ve kilise binalarını birbirine bitişik mahallelerde bir arada görüyoruz. Şimdilerde Avrupa’lıların eski ayrıcalık ve ekonomik zenginliklerini kaybetmeleri ile terk ettikleri bu yerler daha çok pansiyon, lokanta ve barlar ile marjinal gezginleri ağırlıyor.
Pablo Neruda’nın da burada ikinci bir evi olduğu ve uzun süre burada yaşadığı biliniyor. Zaten bir şairin esinlenebileceği en uygun demografik, kültürel ve coğrafi özelliklere sahip bu kentte Neruda’nın evi olmasaydı şaşardık.
Akşam tekrar Santiago’ya dönüyoruz ve akşam yemeği için otelimizden yürüme mesafesinde yer alan bir barlar ve lokantalar sokağı olan Barrio Lastarria’ya yürüyoruz. Sokakta birkaç tasarım ve moda mağazası ile çok keyifli bar ve restaurantlar var. Yemek için hiçbir tavsiye almadığımız için küçük gruplar halinde hepimiz gözümüze kestirdiğimiz bir yere kapağı atıyoruz. Şaraplar ve peynirle çok keyfili bir yemek yiyoruz. Mevsim ilkbahar, hava ılıman, dışarıda oturuyoruz.

23 Ekim Salı
Bugün kentte boş günümüz, grubu arkama takıp metroyla Barrio Brasil bölgesine götürüyorum. Planımızda önce Pinochet döneminde protest ve politik sanat yapıtlarının gizliden sergilendiği ancak diktatörlük sonrası resmen ziyarete açılmış bir müzeyi gezmek var. Ancak bendeki bilgilere göre Barrio Brasil bölgesinde olması gereken müzeyi bir türlü bulamıyoruz. Oto yedek parçaları, makine-techizat, küçük beyaz eşya satan nalbur ve dükkanların arasında 37 tane Türkiye’li turistin yürüyüşü, yerel esnafta bir şaşkınlık yaratıyor. Muhtemelen aralarında varsa İstanbul’u görmüş olanları, ileride buranın da Talimhane gibi turistik bir bölgeye dönüşeceğini öngören uzakgörüşlü Türklerin öncü seyyahlar olarak keşfetmeye geldiklerini düşünmüşlerdir. Yolda sorduğumuz herkes bize bir müzenin varlığından bahsediyor ancak mevki olarak bizim düşündüğümüz yerin tam aksi istikametini tarif ediyorlardı. Uzunca bir yürüyüşten sonra tam ümidimiz tükenmek üzereyken, karşımıza koskoca tuhaf mimarili bir yapı çıkıyor. Son bir ümitle binaya girdiğimizde buranın aradığımız değil fakat çok daha heyecan verici başka bir müze olduğunu anladık; henüz 2010 yılında eski devlet başkanı Michele Bachelet tarafından açılışı yapılmış Yüzleşme ve İnsan Hakları Müzesi. Her cefanın sefası vardır  misali, Müzeyi gezince diktatörlük döneminde ezileni kaybolan, kıyılan, hapislerde sürünen Şili'lilerin anılarına ithafen bir yüzleşme ve hesaplaşma müzesi. Gezdikçe içimiz kıyıldı ve böyle bir Müzenin asıl Türkye’ye gerektiğini düşündük.
Daha sonra tekrar metroyla Bella Vista’ya gidip, güzel bir öğle yemeği ve Şili şarapları içtik. Akşamüzeri Şilli’de soın alışverişler tamamlandıktan sonra kapanışı Pablo Neruda vakfının himayesindeki Müze-Evi gezdik, ünlü şairin Konsolosluk yaptığı ülkelerden topladığı egzotik eşyalar, fotograflar, yatak odası, yemek odası, bar ve yemek masası gibi şahsi eşyalarını gördük. Ancak ne yazık ki kitapları ya da el yazmalarını göremedik. Çünkü 1973 darbesinden sonra hepsi polis tarafından yakılmıştı.
Akşam yemeği ve kapanış içkilerini yine Bella Vista’da aldıktan sonra yürüyerek otele döndük. Santiago Şili’nin bir tadımlığı idi, bir daha ki sefere daha uzun kalıp, Patagonya bölgesine gitme planları ile ertesi günkü zorlu yolculağa hazırlanmak üzere odalarımıza çekildik.


 
24 Ekim Çarşamba
Bugün Bolivya’nın başkenti La Paz’a uçacağız. Bolivya Paraguay’la birlikte denize kıyısı olmayan İKİ Latin Amerika ülkesinden biri. Daha doğrusu, bir zamanlar tabii ki Pasifik’e kıyısı varmış, ancak 19.yy ortalarında Şili Bolivya’yı istila ederek, denizle bağını koparmış. İki ülke arasında bu nedenle halen süren bir anlaşmazlık mevcut. Günümüzde Bolivya’nıı bir milyon km karelik topraklarının yarısı Ant Dağlarında yaklaşık 4000m yükseklikte, yarısı Amazonlarda yer alıyor. La Paz da Ant Dağlarının ortasında yer alan coğrafi olarak hayatımıza gördüğümüz en tuhaf kentlerden biri. Seyahate çıkmadan Mülkiye’den sınıf arkadaşımız Peru Büyükelçimiz Namık Erpul’dan gelen uyarı notlarında Bolivya’ya gitmeden mutlaka yükseklik sarhoşluğuna karşı ilaç almamız tavsiye ediliyordu. Grubumuzda bulunan doktorların kontrolünde çoğumuz bu ilaçlardan almaya başlamıştık. İyi ki de almışız! Çok faydasını gördük, gidecek olanlara mutlaka tavsiye edilir.
Uçağımız önce Santiago’dan havalandıktan sonra Pasifik kıyısında Iquque kentine konuyor, burada uçaktan inip, pasaport ve gümrük işlemlerinden sonra tekrar aynı uçağa binip La Paz’a havaalanına iniyoruz. Iquqe Kentini havalimanına iner ya da kalkarken görmek mümkün değil, tahminen büyük kum tepelerinin ardında sahilden içeride bir yerlerde kalmış.
Uçağımız La Paz’a doğru inerken çok fazla irtifa kaybetmesine gerek kalmıyor. Pencereden gördüğümüz görüntüler içimizde acaba yeni keşfedilen bir gezegene mi iniyoruz duygusu uyandırıyor. Tabii 4000 mt yükseklikte bir tane canlı bitkinin olmadığı sarı-kahverengi yükseklik ve düzlükler, arada bazı dar vadiler gerçekten ürkütücü bir görüntü arz ediyor.
La Paz uluslararası havaalanı bizim Batman Havalimanından biraz hallice son derece küçük bir terminal binası var. Ancak ülkeye giriş işlemleri beklediğimden de çabuk oluyor. Özellikle ABD, İngiliz, Kanada, Avustralya vatandaşlarının $ 135 tutarındaki vizeyi alabilmek için sırada beklerken, bizim elimizi kolumuzu sallayarak alandan yürüyüp çıkmamız çok gurur verici oluyor. Dışarıda iki rehber ve iki adet midibüs grubumuzu bekliyor. Ülkede 37 kişilik grubu alacak büyük bir otobüs yok! Mevcut otobüsler 1950’lerden kalma burunlu Amerikan Ford otobüsleri ya da Japonya, Kore’den gelmiş muhtemelen anılan ülkelerin ilk kuşak üretimi eski otobüsler.
Deniz seviyesinden birden 4000 mt yüksekliğe inmek hepimizi bir anda etkiliyor. Hiç kimse de sigara ya da bira içmek gibi bir heves yok. Konuşurken nefes nefese kalıyoruz. Bir yorgunluk ve ağırlık çöküyor üzerimize. Programımızda önce Ay Vadisi ve sonrasında şehir turu ve Büyücüler Çarşısı var.
Havaalanı şehrin kuzeyinde El Alto denilen 4050 metre yüksekliğinde bir platoda yer alıyor, şehrin bu kesimi son 10-15 yılda kırsal kesimden buraya göç edip yerleşmiş yerli kabilelerinin üyelerinden oluşuyor. Artık İnka topraklarındayız ve bundan sonra göreceğimiz izleyeceğimiz rotada  Inkaları oluşturan kabilelerin adları geçecek, çünkü Bolivya’da nüfusun yaklaşık %69’u Peru’da ise %45 yerli Kızılderililerden oluşuyor. Bu kesimde yer alan yapıların tamamı biriket ve tuğladan ve istisnasız hepsi sıvasız ve boyasız. Sosyolojik olarak tipik bir göçebe halkın ilk yerleşimi olgusuyla karşılaşıyoruz. Ancak sokaklar ve caddeler kıpır kıpır insan kaynıyor. Rehberimiz, Aymara yerlilerinin çok mağrur ve çalışkan bir halk olduğunu söylüyor. Çoğu kırsaldaki tarlalarını ekip, biçip, ürünlerini kente getirip satıp tekrar kırsala döndüklerini anlatıyor. Hepsi de siyaseten son derece tutucu ve solcu. Ana Caddenin ortasında Che Guevara Heykeli ve parkta çiçeklerden yapılmış bir resmi var. Ülkenin kaderi kurulduğundan beri kan ve zulümle örülmüş, önce sömürgeci İspanyollar, daha sonra komşu Şili, Peru, Brezilya ve Paraguay ile savaşlar, yanı sıra bağımsızlıktan bu yana 180 den fazla darbe yaşamış böyle bir ülke vatandaşlarının sert ve tutucu olmaması mucize olurdu herhalde. Kadınlar Alpaca yününden örülmüş şalları, başlarında melon şapkaları, uzun ve bol etekleri rengarenk giysileri içinde koşuştururken, erkekler kavruk ve ezik bir şekilde meyve, sebze, tavuk, et gibi gıda maddelerini sokaklarda satıyor ya da takas ediyorlardı. Kalabalık insan topluluğu korkunç bir devinim içinde dış dünyadan habersiz kendi tuhaf gezegenlerinde bir şekilde yaşayıp gidiyorlardı. Ülkenin ekonomik olarak daha zengin, daha liberal ve açık görüşlü bireyleri ise Santa Cruz kentinde yaşıyorlar. Tabii ki kapitalizme daha yakınlar ve Evo Morales’e karşı çıkıyorlar.
Otobüsümüz kentin yüksek kuzey kesiminden daha alçak güneye doğru seyrederken dik yamaçlardan aşağı doğru bir vadi içinde yüksek ve modern binalar görüyoruz. Kentin kuzey ve güneyde olmak üzere iki tane merkezi var. Kuzey-güney ekseninde kenti ikiye bölen Choquoiga Nehri boyunca yaklaşık 30 km boyunca yaklaşık 1000 metre irtifa kaybederek güneydeki daha bakımlı, modern semtlere ulaşıyoruz. Kentin kuzeyinde nehrin üzeri kapalı ve üzerinden kentin ana caddesi geçiyor. Kentin tüm kanalizasyonu nehre boşalıyor ve nehir güneyde açığa çıkarak devam ediyor.
Kentin güneyinde yer alan jeolojik oluşum, pembe pastel rengin hakim olduğu kıvrımlı vadiler ve yükselitler ile Kapadokya’yı anımsatan Ay Vadisinde kısa bir mola verip, fotograf çekiyoruz. Programa göre görmemiz gereken diğer yerleri ertesi sabaha bırakıp, kentin merkezinde yer alan iki adet 5* otelden biri olan Europa Oteline yerleşiyoruz. Check in işlemi sırasında hoş geldiniz içeceği olarak koka çayı ikram ediliyor. Bundan sonra yüksekliklerde hep bu çayı içeceğiz. Hem enerji veriyor, hem yükseklik sarhoşluğunu azaltıyor. Akşam yemeğimiz ana cadde üzerinde yer alan diğer 5* lı otele gidip çatı katından karşı tepelerde yer alan gecekondu tarzı evlerin ışıklarını seyrederken Ankara’nın Altındağ gecekondularını andırır bir manzara ile yemeğimizi yiyoruz. Yemekte alkol almıyoruz, yükseklikten zaten yorgun ve sarhoş gibiyiz. Yatmadan önce kentin ana caddesi Prado’da kısa bir yürüyüş yapmamız tavsiye ediliyor. Caddede genç bir kalabalık nüfus ya dondurmacıda ya, atari salonlarında kendilerince sosyalleşiyorlar. Ana caddede fazla bir güvenlik sorunu yok. Aslında Bolivya güvenlik anlamında Peru’dan daha güvenli bir ülke denilebilir. En azından bizim başımıza hiçbir sorun gelmedi.

26 Ekim Perşembe


Sabah tüm grup çok erken kalkmış, kahvaltısını etmiş ve gayet enerjik gözüküyor. Otelin kapısında hep beraber bayramlaşıyoruz, bugün Kurban Bayramı. Otelin karşısında üçlü eğitim sistemi yapan öğrenciler bizim yanak yanağa öpüşerek bayramlaşmamızı ilgiyle izliyorlar. Bolivya’da devlet ouklları ücretsiz ve 8 yıl zorunlu eğitim var. Eğitim devlet kullarında ücretsiz ve buna rağmen yoksul ailelere mazaret bırakmamak için devlet öğrencilere okulda yemek, kıyafet ve kitap ve kırtasiye malzemelerini ücretsiz sağlıyor.
Şehir turumuzda önce yüksek bir tepeden panaromik manzara izliyoruz, 4000 metre yükseklikte futbol stadyumu ilgimizi çekiyor. Başkan Evo Morales, konuk ekiplere yüksekliğin herhangi bir sorun teşkil etmediğini kanıtlamak için kendisinin bile rahatça top oynayabileceğini göstermek için ilk başlama vuruşu yapmaya çok özen gösteriyormuş. Kentin en yüksek betonarme binası Merkez Bankası, merkezdeki diğer yapılar Başkanlık Sarayı ve Konutu, Katedral, Belediye Binası hepsi kolonyal mimaride Plaza de Armas meydanın üç tarafını çeviriyor.
Kentin yegane koruma altındaki sokağı geçmişte göçebe kabilelerin Lama ve Alpacalarını getirip Pazar kurduğu meydan daha sonra sömürge döneminde soyluların oturduğu bir semte evrilmiş. Kısa bir yürüyüş yapıp, Sömürgecilere karşı ilk bağımsızlık ateşini yakan ve daha sonra öldürülen valinin evini görüp, otobüsle Büyücüler Çarşısına gidiyoruz. Kentin bu bölgesinde Aymara yerlileri yaşıyor. Hristiyanlık öncesi Tabiat Ana temelinde çok tanrılı Şaman dininin ritüellerini günümüzde devam ettiriyorlar. Herhangi bir dileği olan bu çarşıdaki büyücülere gelip, dileğini anlatıyor ve büyü kurmasını istiyormuş. Engizisyon döneminde tüm yerliler Katolikliğe dönmüş olmalarına rağmen Şamanlığı bırakmayıp, bir sentez yaratmışlar. Dükkanlar önünde hertürlü baharat, kurutulmuş kuş, et, koka yaprakları, müzik aletleri ve rengarenk yünlü şal, kilim ve giysilerin yer aldığı bu çarşı unutamayacağımız görüntüler bırakıyor anılarımızda.

La Paz’ı terk edip, yine El Alto yüksek platosuna tırmanıp, ülkenin kuzeyinde Peru sınırına doğru devam ediyoruz. Turumuzun önemli noktalarından Tikikaka Gölüne yakın bir yerde yer alan Tiwancu, Inka öncesi halkların inşa etmiş oldukları bir kutsal. Bizdeki Göbekli tepe’yi andıran bir tapınaklar kompleksi. Büyük bir Güneş Tapınağı, yılda iki kez dönencelerde ilk güneş ışınlarının arasından geçtiği Güneş Kapısı üzerinde ilginç bir takvim yer alıyor. MS 3 VE 11 YY’larda faaliyet gösterdiği varsayılan kutsal alanda yer alan dikili taşlar üzerinde insan ve hayvan kabartmaları yer alıyor.
Gezimizden sonra müzeyi geziyoruz, etrafta yemek yenebilecek ve kahve içilebilecek bir küçük lokanta var. İçeride yaşlı bir Ketchuan teyze bize kahve pişirip ikram ediyor. Biz yemeğimizi sandviç ve meyve suyu ile otobüste alıyoruz.
Ören yerini gezimizden sonra sınıra doğru ilerliyoruz. Sınırda Peru’dan sebze, meyve her türlü tüketim eşyası taşıyan kamyonlar görüyoruz. Ayrıca Bolivyalılar el arabaları ile Peru’dan sınır ticareti yapıyorlar. Bolivya’dan dışarıya ise en çok koka kaçırılıyor. Bolivya Evo Morales yönetiminde koka üretimine getirilmiş uluslar arası kısıtları tanımayıp, miktarı arttırmaya çalışıyor. Ancak buna rağmen kaçakçılığı engelleyememiş durumda.
Sınırda Bolivya’dan çıkışımız tam bir hercümerç içinde fakat beklenmedik süratle gerçekleşiyor. Yürüyerek Tikikaka’dan güneydeki Oura gölüne akan nehrin üzerinden Peru’ya geçiyoruz. Valizlerimiz üç tereklekli bisikletlerle taşınıyor. Peru tarafı görece daha gelişmiş gözüküyor. Pasaport ve vize kontrolünden sonra rehberimiz Edgar karşılıyor. Yolculuğun bundan sonrası tek rehber ve büyük bir otobüsle olacak.
Tikikaka gölü boyunca ilerleyip yaklaşık 3 saatlik bir yolculuktan sonra Puno’ya varıyoruz. Yolda birkaç Aymara köyü görüyoruz. Otelimiz Puno’ya varmadan 10 km önce göl kenarında güzel bir otel. Akşam yemeğini alıp, erkenden yatıyoruz.

26 Ekim Cuma
Sabah 08:00 de otelden hareket edip, şehir merkezindeki limana gidiyoruz. Programda Uros ( Güneş) ve Taqilua adaları var. Rehberimiz bugün Puno’da büyük bir dans gösterisi ve yürüyüşü olduğunu söylüyor. Dolayısıyla adalardan ikincisini gezmekten vazgeçiyoruz. Zaten otelde kalan başka bir Türk grup bize Taqilua adasının çok ilginç olmadığını sadece yerlilere gelir sağlamak için kurulmuş bir kooperatifte erkeklerin yün ördüğünü ve turistlere sattığını söylemişti.
Tekneyle 15-20 dakika mesafedeki Uros Adaları ise ilginç, yüzer ve yapay 50 adet adadan oluşan ve üzerinde halen Aymara kabilelerin yaşadığı bir yerleşim yeri. Aymara’lılar avcı-toplayıcılık özellikleri ile Tikakaka’ya güneyden göç ettiklerinde burada yerleşik hayata geçmeye karar verirler. Bu kararlarında üç nokta önemli rol oynuyor; 1) Temiz ve bol tatlı su 2) verimli topraklar 3) Papirüs kamışları.
Papirüs bitkisinin üst yeşil kısmını yemek olarak alt kalın sarı kısmını ise tekne ve yüzer adalar yapmışlar. Böylece göçer özelliklerine uygun olarak hareket halinde su üzerinde bir yaşam kuruyorlar. Adalara kurumuş papirüs köklerinin bloklar halinde kesilip, birbirine ve suyun dibine bağlanması ile yapılmış yaklaşık 1-1,5 metre yüksekliğinde platformlar. Her yıl alt taraftan 8-9 cm eridiği için adalar yaklaşık 10-12 senede yok olup, yenisi yapılıyor. Adaların üzerinde yine papirüsten yapılmış evler, kilise, okul ve sağlık ocağı gibi hizmet binaları var. Her bir ada üzerinde 5-6 aile yaşıyor. Adaların toplamında yaklaşık 2000 kişi yaşıyor. Aymaralılar bizi güler yüzle karşılayıp, çoluk-çocuk bize kendilerini tanıtıp rehberimiz aracılığı ile kendilerini tanıtıp, gündelik yaşamlarını anlatıyorlar. Bizim de kendimizi onlara tanıtmamız istiyorlar. Tek geçim kaynakları yaptıkları el işlerini turistlere satmak ve göl üzerinde saman tekneleri ile para karşılığı gezdirmek. Artık sadece turistlerin gönlü olsun diye sürdürülen bir yaşam gibi geliyor hepimize.
Öğlen tekrar Puno’ya dönüp, dans ve yürüyüşleri izliyoruz. Yaklaşık 10 000 üniversiteli genç Şubat ayında büyük Karnavala hazırlık olması için dans ve yürüyüş yapıyorlar. Aslında Katolik dünyasında çok yaygın olan ikonolar ve haçlarla yürüyüş geleneği yerliler arasında daha eski dini ritüele uygun olarak renkli kıyafetlerle Tabiat Ana’ya saygı gereği danslı yürüyüş şeklinde devam ettirilen bir geleneğe dönüşmüş. Şubat’taki büyük yürüyüşte en az 150 000 gencin civar illerden gelip yürüyüşe katıldığını söylüyorlar.
Yerel bir lokantada yemeklerimizi yiyip, biralarımızı içerken dansları izledik. Üniversitelerin değişik bölümlerinin öğrencilerinden oluşan kızlı-erkekli gruplar belli bir tema çerçevesinde giysileri ile dans figürleri yaparak yürüyorlar,yol kenarında kendilerini izleyen aileleri, arkadaşları ya da hocaları tarafından ikram edilen biraları içip daha da coşuyorlardı.Kendimizi bir an Rio karnavalı ya da New Orleans Caz Festivalinde gibi hissettik. Böyle bir olaya denk gelmiş olmamız bizim için büyük bir şanstı. Rehberimizin söylediğine göre yürüyüş yağmura rağmen gece 22:00’ye kadar sürmüş. Akşam Serdağ’nın doğum günü otelde yemeğimizde hep birlikte kutluyoruz. Serdağ böyle ilginç bir coğrafyada doğum gününü kutladığı için çok mutlu ancak yükseklikten dolayı yine en fazla bir kadeh şarap içebiliyoruz ve erkenden yatıyoruz.


27 Ekim Cumartesi
Sabah 08:25 uçağı ile Cusco’ya gitmek için saat 04:30’da Juliaca havaalanı için otelden ayrılıyoruz. Juliaca Puno eyaletinin ticari ve ekonomik merkezi, Puno’nun kuzeyinde 1,5 saat mesafede yer alıyor. Puno’nun kuzey kesiminde daha kısa boylu, tombul ve daha muhafazakar Qechua halkı yaşıyor. Bundan sonra kuzeye doğru artık onları göreceğiz. Aymara ve Qetchua halkı arasındaki farkı bizim anlamamız çok zor fakat rehberimiz kıyafetlerinden, şapkalarından, fizyonomilerinden bu farkın hemen anlaşılabileceğini söylüyor. Hatta öyle ki, şapkasının düz, sağa ve sola eğik takılması bile kadınların o günkü ruh durumlarını yansıtan sembolik önem taşırmış.
Juliaca yolunda Peru’nun 3 büyük hapishanesinden 2.büyük olanını görüyoruz. Diğer ikisi Lima’da siyasi ve terör suçluları için, Puno’daki ise uyuşturucu kaçakçılarını misafir ediyormuş. Bu arada uyşturucu kaçakçılığında Peru Kolombiya’yı da geçmiş durumda.
Yol boyu parsellenmiş ve imara açılmış araziler üzerinde kırdan kente göçmüş halkın günün birinde prim yapar ümidi ile yapmaya başladığı yarım kalmış bina ve evlerini görüyoruz. Eminim bir daha geldiğimizde bu yapılar tamamlanmış ve sayıları artmış olarak karşımıza çıkacaktır.
Juliaca uluslar arası havalimanı son derece mütevazi küçük bir havalimanı içindeki yegane mağazada yine alpaca yünleri satılıyor. Uçağımız 08:25’te havalanıp, 09:20’de Cusco’ya varıyor.
Seyahatimizin en önemli aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Cusco Inkaların başkenti ve Güney Amerika’nın arkeoloji merkezi çok turistik bir kent. Zaten havaalanına iner inmez bizi pek çok seyahat acentesinin satış elemanları karşılıyor, gelen turistlere daha valizlerini alamadan Machi Pichu’ya tren bileti ve tur satmak için birbirleriyle yarışıyorlar.
Dışarıda grubumuzu rehberimiz Rudy ve iki adet midibüs karşılıyor. Büyük otobüslerin koruma altındaki eski şehir merkezine girişi yasak, otelimiz de merkezde yer alan Kolonyal mimarili eski bir Haciende olduğu için mecburen iki küçük otobüse bölünüyoruz. Otele yerleştikten sonra yürüyerek kent merkezindeki Plaza de Armas’a yürüyoruz. O kadar önemli bir meydan ki,üzerinde bir kaedral ve iki adet kilise yer alıyor. Turumuzda Kutsal Aile kilisesini gezip, Qetcuanların sömürge döneminde Katolikliğe ikna edilmek için geleneksel dinlerinin sembol ve ritülellerinden nasıl yaralanıldığını gözlemliyoruz. Daha sonra Katedrali ve içindeki Deprem Tanrısı ve sonrasında Mucizeler yaratan İsa’ya dönüşen kutsal varlığa adanan şapeli görmek ilginç.
Daha sonra yürüyerek Altın Tapınağına gidiyoruz. Inkaların bu önemli tapınağının iç ve dış cephelerinde altın heykelcikler ve kaplamalar yer alıyormuş. Sömürge döneminde İspaanyollar, bu tapınaktan yaklaşık beş yüz milyar değerinde altını söküp götürmüşler. Tapınağın sadece taş duvarlarını ve üzerinde yükselen San Domingo Tarikatı manastırını geziyoruz. Rehberimiz tapınakta Tabiat Ana, Güneş ve Ay Tanrıları, Inka dininde gökyüzünde şahin, yeryüzünde Puma ve yer altında ejderha kutsal üçlemesinin anlam ve sembollerini anlatıyor.
Öğleden sonra kentin hemen dışında yer alan Sacsayhuaman kutsal alanına gidiyoruz. Burada Inka mimarisi ve mühendislik teknikleri hakkında bilgi ediniyoruz. Kutsal alanın en büyük tapınağı Yıldırım Tanrısına adanmış ve yıldırım şeklinde zigzaglar çizen bir mimari ile inşa edilmiş. Inkalar MS 1200-1500 yılları arasında yaşamış ve bizdeki Hititlere benzer bir şekilde Peru, Bolivya ve Şili’ye kadar yayılmış bir imparatarluk kurmuş bir halk. Tabii Hititlerle benzer yapılar yapmışlar ama arada 3000 yıl gibi bir fark var. Anadolu-Mezompotamya uygarlıkları ile Güney Amerika uygarlıkları birbirine benzer yerleşim ve kütlüleri arada 2500- 3000 yıllık farkla yaratmışlar.
Son Durağımız kentin en yüksek tepesinde yer alan İsa Heykeli. Latin dünyasında sık görülen ve şahikasına Rio’da ulaşılmış olan bu İsa heykellerinden Cusco da nasibini almış ancak bir farkla. Buradaki heykel, 19.yy sonu 20.yy başında Osmanlı topraklarından Güney Amerika’ya göç etmiş olan Müslüman tüccar halk tarafından, Katolik piskoposun cemaati kentten kovma şantajı karşısında  finanse edilip yaptırılmış.
Akşam yemeğimiz öncesi otelin avlusunda hoş geldiniz içkisi olarak pisco sourlarımızı yudumlayıp, yürüyerek meydandaki restaurantımıza gidiyoruz. Açık büfede lezzetli yemekleri tadıp, şarap içiyoruz. Yemekten sonra turistik dans gösterisi var. Ancak bizim grubumuz çok fazla ilgilenmiyor gösteriyle. Lokantadaki garsonlar, sofra şarabını markalı şarap gibi kazıklamaya kalkınca keyfimiz kaçıyor ve restaurantı terk ediyoruz. Cusco bu anlamda Kapadokya’nın eski hali gibi, turistleri fırsatını bulduklarında kazıklamaya çalışıyorlar. 

28 Ekim Pazar
Evet, işte turun en önemli günündeyiz. Machi Pichu’ya gidiyoruz. Sabah 04.30’da otobüslerle Kutsal Vadiye hareket ediyoruz. Yolda gün ağarırken müthiş manzaralar izliyoruz. Bir yandan dağlar ve tepelerinde bulutlar, bir yandan sonsuz düzlükler bizi büyülüyor. Inka yolunda ilerliyoruz. Kutsal Vadiye tepeden bakan bir noktada forograf molası veriyoruz. Kutsal Vadi iki dağın arasında akan Urumamba nehrinden adını alıyor. Ollantaytambo kasabasından turistik Vistadome trenine binip, vadi boyuncaq iki saatlik keyifli bir yolculuktan sonra Aqyas Calientes’e varıyoruz. Trende kahvaltı ikramı yapıyor hostesler. Aquas Calientes’te trenden inip 20 dakikalık bir otobüs yolculuğu ile Machi Pichu’ya varıyoruz. Machi Pichu turumuz yaklaşık iki saat sürüyor. Coğrafi olarak gerçekten ulaşılması çok zor bir konumda kurulmuş bir kent. Mchi Pichu Inka dilinde Eski Dağ demek ve şehrin kurulduğu yamaçtaki dağın adı. Oysa bizim hep kartpostallarda ve posterlerde gördüğümüz sivri dağ ise şehrin tam karşısındaki Wayna Pichhu yani Yeni Dağ demek. Turumuz sırasında önce kentin tarım arazilerini, vadiden taşıma toprakla zirai üretime uygun toprakla doldurulmuş terasları görüyoruz. Kente hakim bir tepeden binlerce resim çekip, Altın Kapı’dan kente giriyoruz. Kraliyet Sarayı, evler, büyük meydan tapınaklar, Kutsal Alan, Büyük Piramit gibi mühendislik harikası yapıları görüp, görsel bir şölene tanıklık etmek hepimizin ruhunu dinlendiriyor. Bazı noktalarda dik yamaçlar ve dar patikalar ve basamaklar bazılarımız ürkütüyor ancak grubumuz hiç fire vermeden başarıyla turunu tamamlıyor. Machi Pichu o ana kadar gördüğümüz harikalar arasında birinci sıraya yükseliyor diyebilirim. Turumuzun sonunda serbest zamanımız var, ve belki biraz daha kalıp, kendi başımıza kentin ve doğanın güzelliğini içimize sindirmek isterdik fakat, dönüşteki otobüsler için oluşan uzun sıralar fazla vakit kaybetmeden Aguas Calientes’e dönmek için acele etmemize neden oluyor. Çünkü Machi Pichu’da yer alan yegane kafeteryadaki i yiyecek içecek fiyatları astronomik düzeyde.
Aguas Calientes’te nehir kenarındaki restaurantlardan birinde keyifli bir yemek yiyip, 15:20 treniyle doğrudan Cusco’ya dönüyoruz. Dönüş yolculuğu 3,5 saat sürüyor. Yolda personel Alpaca yünlülerinden oluşan bir defile sunuyor ve bayağı da satış yapıyorlar.
Akşam Cusco’da meydana bakan ve pek müşterisi olmayan bir barda Arjantin şaraplarımızı yudumlayıp, geçirdiğimiz keyifli günü ruhumuzda hissediyoruz.

29 Ekim Pazartesi
Sabah 07:30’da otelden ayrılıp, havalimanına gidiyoruz. 09:50 LAN Peru uçağı ile Lima’ya hareket edeceğiz. Check in işlemleri gayet hızlı bir şekilde devam edip, grubun çoğu kapıya yönelmişken sıranın sonunda Suna ben ve Serdağ kalıyor. Turumuzun en traji-komik olayı da tam bu sırada yaşanıyor. İki sivi polis havayolu görevlisine bir şeyler fısıldayıp, Suna’nın Narkotik sorgulamasına çekilmesi gerektiğini ifade ediyorlar. Suna bu sorgulamanın olağan bir kontrol olabileceğini kabul edip, polislerle birlikte bir odaya giriyor. Yerel rehberimiz bu tür uygulamaların bazen olabileceğini ifade ediyor ve kapıda Suna’yı bekliyoruz. On dakika sonra Suna güle oynaya ve polislerle dışarı çıkıp her şeyin yolunda olduğunu söylüyor. Oysa uçağa bindiğimizde ani bir içgüdüyle cüzdanını kontrol ettiğinde içinden 200 dolar ve yüz euro’sunun gittiğini fark ediyor. Tabii Peru gibi bir yerde bunu sorgulamak ve Lima’da polise rapor etmek anlamsız oluyor. Peru büyükelçimize durumu bildirdiğimizde buna benzer bir olayın daha önce de olduğunu ve Hükümete verdikeleri notaya altı ay sonra gelen cevapta Peru polisinin böyle bir ahlaksızlığı yapmayacağını, ve bunun haksız bir suçlama olduğunu belirttiklerini ifade etti. Günün ilerleyen saatlerinde Lima merkezde gruptan başka bir arkadaşımızın cüzdanı kaşla göz arasında çalınıp, içinden yüklüce nakit ve kredi kartlarının gittiğini görünce artık, Peru’dan son günümüzde canımızı kurtardığımız için bu olayın verilmiş bir sadakamız olması gerektiğine karar verdik.
Lima okyanus kıyısında yer alan ve ilk bakışta fazla etkileyici olmayan bir kent. Turumuz sırasında önce Plaza de Armas’ı ziyaret ediyoruz. Burada kısa bir yemek molası veriyoruz. Zaten talihsiz hırsızlık olayı da bu arada oluyor. Armas Meydanında etrafı sıkı polis korumlarıyla Başkanlık Sarayı, iki yanında Katedral ve Belediye binası var. Ortada büyük bir meydan ve çeşme var. Bir kenarında ise eski aristokrasiye ait kolonyal mimarili ve Endülüs tarzı balkonlu konutlar var. Günümüzde çoğu ofis olarak kullanılıyor. Kısa bir yürüyüşle San Francisco Manastırını geziyoruz. 16.YY a ait bu binada orijinal freskler ve ahşap tavan süslemeleri dikkatimizi çekiyor. Ancak asıl ürkütücü yeri, yer altındaki mezarlar. 1950’de müze olarak yeniden yapılandırılıp açılmış olan mezarlıktaki iskelet ve kafataslarını görmek bazılarımıza iyi gelmiyor ve kendilerini hemen dışarı atıyorlar.
İkinci durağımız Engizisyon Müzesi. Daha önce parlamento olarak faaliyet gösteren bu klasik mimarili bina şimdiki büyük parlamento binasının hemen yanında yer alıyor. Engizisyon döneminde tüm yerli ve Katolik olmayan halklara karşı uygulanmış zulmü çeşitli işkence odaları, mankenlerle canlandırılmış duruşma sahneleri ile bir dönemin hesaplaşmasını yeni kuşaklara ve turistlere gösteriyorlar. Santiago’dan sonra bu ikinci Yüzleşme Müzesi bize yine çok anlamlı geliyor.
Otobüsümüzle eski kent merkezini terk edip, rehberimizin kıvançla kentin nezih ve emniyetli semtleri olarak tanımladığı San İsidoro ve okyanus kıyısındaki Miraflores bölgesini panoromik olarak izliyoruz.
Karşılaştırmak gerekirse San İsodoro’yu Bakırköy’e, Miraflores’i ise Ataköy’e benzetebiliriz. Tek farkla, Miraflores Antalya’ya benzer şekilde falezler üzerinde yüksek bir düzlükte kurulmuş, okyanus’a yukarıdan bakan bir konumda.
Otelimize yerleşip, hoş geldiniz Pisco Sour’larımızı içiyoruz. Akşam veda yemeğimiz yine Peru Dansları eşliğinde Baracco semtinde bir gece kulübünde. Bizdeki Kervansaray’a benzer turistik bir kulüp. Ancak yerel acentemiz böyle takdir etmiş, kabulleniyoruz. Yemekte Peru Büyükelçimiz ve eşi bize katılıyor, Peru ile ilgili bilgiler veriyor. Bizim de o ana kadar Peru ile ilgili edindiğimiz izlenimleri teyit ediyor.

30 Ekim Salı
Gezimizin son günü. Uçağımız akşam 21:00’de. Odaları 12:00’de boşaltıp, hepimiz kentin sakin ve emniyetli bölgelerine akın ediyoruz. Önce Indian ve Inka Çarşılarını geziyoruz. Tüm dükkanlar birbirine benzer el işleri ve tabii ki Alpaca yünlüleri satıyor. Yürüyerek Miraflores’e gidiyoruz. Denize dik bakan büyük bir alışveriş merkezinde açık havada oturup güzel bir öğle yemeği ile son şaraplarımızı içiyoruz.
Akşamüzeri bir kısım Mülkiye’li olarak Büyükelçiliğe nezaket ziyaretimizi yapıp, Namık arkadaşımıza veda ediyoruz.
Lima’dan akla kalanları kozmopolit bir nüfus, kenar mahallerde yoğun bir göçmen yerleşimi, güvenlik sorunları olan tipik bir Güney Amerika başkenti olarak sıralayabiliriz.

31 Ekim Çarşamba
Uçağımız 21:00’de Lima’dan havalanıp, 14.35’te Madrid’e varıyor. Grubun tamamı yorgunluktan deliksiz uyuyor. Madrid’de aynı barlarda 3 saat kadar bu kez İspanyol şarapları ile vakit geçirip, 18.25’te İstanbul’a hareket ediyoruz. Türkiye saati ile 23:20’de İstanbul’a vardığımızda yorucu fakat ilginç bir seyahati sonlandırmış oluyoruz.


 Haluk Yurtkuran