Doğunun Yükselen Güneşi Japonya
TOKYO
Pasifik’in ortasında dört büyük bir de küçük toplam beş adadan oluşmuş ince uzun bir takımadalar ülkesi. Yüzölçümü Türkiye’nin yarısı, nüfusu ise neredeyse 1,5 katı. Japonya ile ilgili en taze izlenimlerim geçen Ağustos ayında yaptığımız bir turdan kalanlar. Biz de bir Japon mucizesi yapıp, Japonya’nın Tokyo, Kyoto, Nara ve Osaka kentlerini toplam altı güne sığdırdık. Ancak yer darlığı nedeniyle Japonya izlenimlerimi bir kaç bölümde sizlere aktaracağım.
Ülkenin adı Japonca ‘Nippon’ yani ‘yükselen güneş ülkesi’ anlamına geliyor. Ülkenin bilinen tarihi MÖ-7-3 Yüzyıllar arasında muhtemelen Kore üzerinden adalara yerleşen Asyatik kavimler ile başlıyor. Başlangıçtan beri halk yarı-tanrı İmparator’un gevşek liderliğinde balıkçılık ve tarımla uğraşmış. Zaten tarım dediğimiz de pirinçten ibaret. Balık ise envai çeşit. İmparator güneşin oğlu olarak kabul ediliyor ve halen de Tokyo’daki sarayında varlığını sürdürüyor.
Ülke ortaçağlarda pek çok iç savaşa sahne olmuş. 16. yüzyıl sonunda Tokugawa Şogunluğu iktidarı ele geçirerek, ülkede birlik ve beraberliği sağlamış. İmparatoru da sembolik olarak eski başkent Edo’daki (Tokyo’nun eski adı) sarayında rehin tutmuş. Kendileri ise Kyoto’da hüküm sürmüşler.
19.yüzyılın ortalarına kadar kendi halinde tarım ve balıkçılıkla geçinen bir halk olarak yaşamını sürdürürken, önce ABD sonra da İngiliz ve Fransızlar uyuyan devi uyandırmışlar. Batılıların tehditkar baskısıyla kapılarını yabancılara açmak gururlu Şogunların tekrar İmparatorluğun kanatları altına sığınmalarına yol açmış. Güçlü ve modernleşmeci İmparator Meji döneminde müthiş bir restorasyon ve modernleşme süreci başlıyor. Batıyla arayı teknik ve bilimsel alanlarda kaparken kültürel ve dini alanlarda geleneksel yapılarını korumuşlar. Tabii bu kadar hızlı modernleşme ve gelişme hammadde yoksunu ada halkının yine mucizeler gerçekleştirerek, önce Çin İmparatorluğunu sonra Rus Çarlığını dize getirerek Asya’ya yayılmasına yol açmış. Ta ki İkinci Dünya savaşında bildiğimiz trajik olay yaşanana kadar.
Gezimizin başlangıcı Tokyo’da kalabalık, gökdelenler, kuleler, köprüler ve trenler baş döndürüyor. Dikey kentleşme ile ofis ve konutlar gökyüzüyle birleşmiş. Üstelik neredeyse hergün irili ufaklı deprem oluyor, insanlar farkında bile olmuyor. Bu nüfus yoğunluğuna karşın kişi başına düşen yeşil alan ve milli park sayısı dünyanın en fazla olan ülkelerinden biri Japonya. İşte size başka bir Japon mucizesi daha!
Ancak her semtin merkezinden biraz kenarlara doğru gidince geleneksel Japon mahalleleriyle karşılaşıyorsunuz. Kırdan kente göçmüş halk her fırsatta geleneğini korumaya çalışmış. Bu nedenle Amerikalı bir film kritiği ve NYT yazarı Donald Richie Tokyo’yu Disneyland’a benzetmiş. Her türden batı taklidi ve geleneksel yapılar yanyana.
Tokyolu eski bir öğretmen kadının rehberliğinde şehir turumuzu Japon hızıyla tamamladık. Öyle ki yüzlerce yıllık Japonya tarihini bile bir A4 kağıda hem de resimli olarak sığdırarak bize anlatınca Japon eğitim sistemine hayran olduk. Turumuza Shinjuku semtine yakın Tokyo Metropolitan Hükümet Binasının tepesine çıkarak başlıyoruz. Buradan tüm kenti ve civarını panoramik olarak izliyoruz. Aşağıda içine giremeyeceğimiz İmparatorluk Sarayının duvarları gözüküyor. Daha sonra İmparator Meji’ye adanmış Shingu Tapınağını ziyaret ediyoruz. Şansımıza burada iki adet dini nikah töreni izliyoruz. Dini olarak Japonların ikili inanışı var, Şintoizm bir nevi Şamanizm; daha doğayla bütünleşik, basit ve görsel imgelere dayanıyor. 8.yüzyıldan itibaren de Çin İmparatorluğunun etkilenerek Budizm’e inanmaya başlamışlar. Genelde doğum, düğün vb. gibi mutlu olaylar Şinto Tapınaklarında, ölüm törenleri ise Budist tapınaklarda yer alıyor. Daha sonra gezdiğimiz Asakusa Kanon Tapınağı çok kalabalık, adeta bir hac yeri gibi Japonların ziyaret edip, dilekler yağdırdığı, civarında pek çok hediyelik eşyalar satan dükkanların yer aldığı bir yer. Buranın da özelliği kocaman çanları. Girişte en büyük çanı Geyşalar Loncası hediye etmiş.
Gruba bir jest yapıp kalabalıktan kaçarak, biraz daha Japon karakterli ve sakin bir semt olan YaNeSen’e gidip, buranın küçük tapınağını değil ama mahallesini geziyoruz. Burası Yanaka, Nesu ve Sendagi mahallelerinin giderek birleşip adını da üçünün kısaltılmışı olarak aldığı bir semt. Tokyo’nun birleşerek bütünleşen kentleşme modelinin en açık örneği. Bu yüzden de burayı seviyorum çünkü Japonların gündelik yaşamlarında kullandıkları geleneksel artizanal malzemelerin satıldığı dükkanlar, ayak üzeri yemek-içme standları, kafe ve barların olduğu bir sokak. Tokyo’da tabii bu tür el zenaatları ürünlerinin fiyatları da dudak uçuklatıyor.
Ardından elektronik malzemeleri satan dükkanların yer aldığı Kibahara semtine daha sonra meşhur Ginza Caddesine gidiyoruz. Ginza’da biraz meraktan girdiğimiz iki katlı el yazma ve minyatür resim sanatları malzemeleri satan dükkandan neredeyse bir saatte zor çıkıyoruz. İntizamla düzenlenmiş raflar akla gelebilecek her türlü, fırça, kâğıt, mürekkep, ahşap kutu, çerçeve ince Japon zevkinin her çeşidini gözümüzün önüne seriyor. Böyle bir dükkandan meraklısı zor çıkar gerçekten.
Günün sonunda Tokyo’nun en kalabalık semtlerinden Shibuya’ya gidiyoruz. Burası bir renk ve ışık cümbüşü adeta. Metro istasyonunun önündeki kavşaktan üzerimize akan kalabalığı nasıl savuştururuz endişesiyle nereye gideceğimizi şaşırıyoruz. Alışverişten vazgeçip kalabalığa uyarak kendimizi ‘İzakaya’ denilen barlardan birine atıyoruz. Buz gibi Hokkaido Birası üzerine sake ve sushilerle bir altlık yapıyoruz.
Suşiler banttan sürekli tazelenerek geliyor, bantta dönen suşilerin her turda fiyatı bir tık ucuzluyor. Biz bu hileyi sökene kadar yanımızda oturan ve ucuzlamış suşi bekleyen Japonlara pek fırsat tanımadan en pahalılarını mideye indiriyoruz. Akşam yemeğimiz tipik bir Japon Lokantasında Miso ( Yosun çorbası) Sachimi ( Soya sosunda çiğ et) Tempura ( yüksek ateşte kabak kızartma) Gyudon ( Buharda pirinç lapası üzeri dana etleri). Tatlı olarak çok hafif bir pirinç tatlısı servis edildi.
Tokyo’nun gece eğlence mekanı ise Roppongi, yorgunluktan takatimiz kesilse de görmeden olmaz. En azından ortamın kalabalığı, sesi, renkleri ve ışıklarını görmeye değer. Rehberimiz uyarıyor, biraz tekinsiz bir bölge ancak zaten bizim de geceyi uzatacak halimiz yok, biraz etrafı seyredip otele dönüyoruz.
Diğer Blog Yazıları