PARİS, Ece Kent…
Eniz Batur Paris’i Ece Kent olarak tanımlamış. Bu durumda Paris’e hem dişiliği hem de güzelliği yakıştırmış. Örneğin Londra ya da New York’a dişiliği zor yakıştırısınız. Ama daha itinalı bakıp, korunmasına özen gösterseymişiz herhalde İstanbul’da bir Ecekent olabilirdi. Ancak adeta her yerinden fışkıran gökdelenleri ile yılan saçlı bir Medusa’ya çevirmişiz güzelim kentimizi.
Neyse şimdilik bizim işimiz Paris’le. İçinden her su geçen kent gibi, Paris de gelişimini ve güzelliğini Seine nehrine borçlu. MÖ 250 yıllarında bölgeye yerleşmiş olan Kelt kabilelerinden Parizii’ler Seine nehri üzerinde günümüzde küçücük bir ada üzerinde ilk yerleşimlerini kuruyorlar. Kentin adı da bu ilk yerleşimci Gal halkından geliyor. Yoksa ülkesini bir aşk hikayesi sonunda felakete sürükleyen yakışıklı Truvalı Paris’le bir ilgisi yok. Parizii’lerin yerleştiği bu ada, Kent Adası olarak çevirebileceğimiz İle de la Cite adını taşıyor. Notre Dame da zaten kentin en büyük ve en eski katedrali olarak burada yer alıyor.
Eğer ilk kez gidiyorsanız işiniz gerçekten zor. Çünkü her zevke, her yaşa ve kişiliğe göre cazibesi var kentin. Zamanınız da sınırlıysa, geniş bulvarlarından, Seine Nehri kıyılarından, köprüleri üzerinden yürümekten ve göz alıcı mağaza vitrinlerine bakmaktan zaten başka bir şey yapmaya fırsatınız kalmadan zamanınız geçer gider.
Şimdilerde Paris’te hayranlıkla izlediğimiz geniş meydanlar, parklar, emperyal caddeler ve binalar 3. Napolyon döneminde ünlü mimar Baron von Hausmann tarafından planlanıp yapılmış. O dönemde de antik ve orta çağdan kalma pek çok sokak ve mahalle yıkıma uğramış, yerel halk ciddi bir direniş göstermiş ama İmparator’a direnmek nafile!
Toplam 20 Agrandisman ya da bölgeye göre planlanmış kentin sağ yaka diye adlandırılan nehrin kuzey kıyılarında daha resmi ve ağır devletlü bir görünüm hakim. Güneyde sol yakada ise daha bir avangard ve entelektüel bir hava hissedilebilir. Ne de olsa kentin en eski üniversitesi Sorbonne'da bu yakada yer alır. Özellikle St.Germain de Pres meydanı özgün atmosferini o kadar iyi korumuş ki meydanda karşılıklı yer alan Café Flore’e Jean Paul Sartre veya Café Bonaparte’a Albert Camus girip oturacakmış gibi bir görünüm var. Sorbonne Üniversitesi binalarına doğru güneye inilirken dar sokaklarda sahaflar, vintage dükkanlar, kitapçılar yer alıyor. Kuzeye, nehre doğru özellikle Quartier Latin denilen bölgede eğlenceli, etnik lokantalar, barlar ve kafeler yer alır. Gençlik ve mütevazi turistler daha çok Quartier Latin meydanında ve sokaklarındaki lokantalarda karınlarını doyurur.
Paris’te adım başı bir bina ya da sokakta küçük plaketlerde her ülkeden ünlü bir tarihi kişiliğin adına rastlayabilirsiniz. Türkiye’den de hatırı sayılır siyasi, düşünür, sanatçı da bu kentte yaşamış ama nedense onların adına pek rastlayamıyoruz, Yahya Kemal dışında.
Sol Yakada yer alan önemli mekanlardan Muse de Orsay, eski dışişleri bakanlığı binasında özellikle empresyonist ressamların işleri sergileniyor. Binanın kendi ve koleksiyonu mutlaka bir vakit bulup görülmeli bence. Ayrıca yine bu yakada Medici ailesinin yaptırdığı Luksemburg Sarayı, Bahçeleri ve Rodin Müzesi de gezilmeli. Sol yakanın tam ortası; Montparnasse, en kalabalık ve merkezi yeri. Nedense Paris’in en yüksek binasını da buraya dikmişler. Tepesinde yer alan restoranın yemekleri Paris gibi bir bir gastronomi merkezinde vasat sayılsa da manzarası muhteşem.
Tabii Paris, 19 yüzyıl ikinci yarısı ile 20.yüzyıl başı Belle Epoque denilen muhteşem döneme tanıklık ediyor. Özellikle 1856 ilk Paris Dünya Fuarı ki bizden de yurtdışına ilk resmi ziyareti Abdülaziz bu fuar vesilesiyle Paris’e yapmış. Daha sonra ki 1889 Paris Dünya Fuar sıarsında ilk kez elektrikli aydınlatma sayesinde Işıklar Şehri adını alıyor. Tabii daha önemlisi Gustave Eiffel'in yaptığı çelik kule tüm dünyadan gelen ziyaretçilerin gözlerini kamaştırıyor.
Sol yakayı terketmeden tabii esas oğlan Eyfel Kulesi ve arka planda yer alan Champ de Mars Mars Bahçeleri Paris’in Mekke’si sayılır. Buradan karşıya geçip karşı yamaçta yer alan Trocadero Bahçeleri ve tepesinde yer alan at nalı biçimindeki binalar simetrik olarak insanı sinir edecek kadar düzgün planlanmış. O nedenle beni çok fazla cezbetmiyor bu tür yerler.
Sağ yakada elbette Zafer Takından başlayıp dünyanın en geniş ve en ünlü bulvarı Champs Elysee boyunca doğuya doğru bir yürüyüş yapmadan Paris’i hissetmek mümkün olmaz. Yol üzerinde sağ tarafta nehir kıyısında Bourbon Krallarının yaptırdığı Grand Palais ve sonrasında Concorde meydanına gelince bir soluklanmak lazım. Çünkü burası ülkenin en büyük ve en kanlı olaylara sahne olmuş meydanı. Burada 16.Louis, Marie Antoinette, Devrimin evlatlarından Danton gibi bir çok ünlünün giyotine gittiğ yer. Meydanın ortasında Osmanlı’nın isyankar Mısır Valis Mehmet Ali Paşa’nın babasının malı gibi hediye ettiği Luxor Tapınağından yağmalanmış sütun gözünüze çarpar. Aynen bizim Sultanahmet Meydanında Roma İmparatoru Theodosius’a hediye olarak gönderilmiş Obelisk gibi.
Concorde’dan başlayarak Dekoratif Sanatlar Müzesi ve arkasında ise Louvre Müzesine kadar devam eden kentin en şık bahçesi Tuileries yer alır. Zamanında Parizyenlerin en şık kıyafetleri ile volta atıp birbirlerine kur yaptığı bahçeler. Bereket ki, Paris Komünü sırasında buradaki Tuileries Sarayı ateşe verilip yakılmış ta bugün Louvre Müzesinin yer aldığı Kraliyet Sarayı tüm ihtişamı ile ortaya çıkmış. Louvre Müzesi avlusundaki cam piramit yapılırken zamanında çok tepki çekmiş ancak çok ferahlatıcı ve ışıklı bir avlu yarattığı için de işlevsel olarak takdir edilecek bir yapı. Müze bildiğiniz gibi Napolyon zamanında dünyanın çeşitli yerlerinden yağmalanmış eserlerle dolu. Tesellimiz eserlerin günümüze kadar iyi korunmuş olması.
Paris’in en turistik yeri olmasına rağmen yine de beni cezbeden yerler Louvre’dan yukarı Operaya doğru giden Opera Caddesi ve paralelindeki sokaklar. Özellikle öğlen ya da akşam üzeri buralarda yer alan İstiridye Barlarda soğuk şampanyayla Normandiya istiridyesi yedikten sonra bu sokaklarda yer alan antikacılar, tasarım mağazaları başka güzel görünür. Paris’e her gittiğimde mutlaka uğradığım müzelerden Centre Pompidou modern sanatlarda dünyanın en iyi koleksiyonuna sahip. Tabii yılın her dönemi önemli bir geçici sergi veya etkinliğe de rast gelebilirsiniz.
Napolyon öncesi Paris nasıl görünüyordu diye merak ederseniz gideceğiniz yer Marais. Neyse ki burası eski Yahudi gettosu olması nedeniyle herhalde Hausmann’ın gözünden kaçmış. Marais çok kısa sürede turistler tarafından keşfedildi ve şimdilerde daracık sokaklarında yürümek, kafelerinde yer bulmak pek mümkün değil artık.
Paris böyle bitmez ancak benim yerim bitti, en iyisi siz Batur’un Paris Ecekent kitabını alın ve Paris’’i köşebucak bir keşfedin.
Haluk Yurtkuran
Nisan 201
Diğer Blog Yazıları